12.12.2011

Kent Şiirleri

Kentlerin bir şiiri olur mu? Kentlere, şiir yazılır mı? Kent dediğin, iki kuru bina, toza dumana boğulmuş petrolün bin bir türünün diğerine karıştığı, ömür tüketen yanıcı bileşenleri değil mi? Bu kadar robota bulanmış köşegen maddelerin içinde, bir şiire renk verecek öğeleri nereden bulabilirsiniz? Hangi imge sizi, yüreğinizi kısırlaştıran döngüden kurtaracaktır?

Kent, ne yaparsanız yapın, sizin ayrılmaz bir bileşeniniz olur; günle başlayan, geceyle sonlanan döngüsünün içine dalarak, çarkının dişlerinde canlı kalmaya çabaladığınız zamanların özeti gibidir. İster tarihî, isterse güncelin öğeleri; durduk yerde kimseye “beni yaz!” demez, hele geçim derdine düşenlerinse, eline kalem değmez.

Yine de bir şeyler olmalı demek ki; kenti yazacak, yaşadığını birilerine duyumsatacak olan sözler. Bir çoğu, gündelik yaşamın sıkıntılarını, diğerleri de kısa günün kârı olan mutlu anları, saatin iki tiktakı arası yaşanabilecek her ne varsa.. Örneğin, seyyâr satıcının kendine özgü pazarlama sesi, her gün aynı dakikada gelmesi beklenen servis minibüsü; aynı saatte gezdirilen bir fino; kır saçlı, yaşlı terzinin aynı şıklığı; anaokuluna bırakılan şen şakrak çocuk, anasından zor ayrılan bebe.. Bunların tümü de olgulardır; olup bitmektedirler, gözlenmektedir ve deneylenmektedir. Öte yandan, çoğu olayın bir döngüye girmesi ve yinelenmesi de, bizim için fasit daire oluşturan ve yaşamın anlamını zorlayan kalıcı bir tarza, babadan kalan kalıtıma dönüşebilir de.

Kapalı döngünün dışına neler veya kimler çıkabilir? Bulunduğunuz mekânı (uzamı) aşmak nedir? Kafasında başka zamanları yaşamak ya da? Tahmin edeceğimiz üzere; düşlemek! Düş gücü ile sözü edilen tüm sınırlamaların ötesine geçmek, olasıdır. Çünkü her kısırlık, üretkenliğin nasıl olabileceğini sorgulatır dimağa; düşlerde kimbilir neler üretilir, yani; “kendi orada ama, ruhu başka yerlerde!” dediğimizdir o.

Peki, “düşlemek” yeterli mi? Elbette ki, hayır! Mevcut olanın verdiği içsel ortamı ve düşlenenin vereceği duyguları eklemek gerekir tüm öğelerin canlanması için. Yaşanan ortamın verdiği harita, duyguları devreye alır; tüm binaların karaltısı, karamsarlık sunar yüreğe; koşuşanlarsa, yaşamın içindeki hoş öğelerden üstünkörü geçmeyi, anlamsızlaşmayı; tellemekse, iki dakikalık iyimserliği; bir çift elâ göz ise sevdâlı zamanların olabileceğini.. Yani kentteki ruhsuz ortamı, yürek bileşenine dönüştüren tek şey, onlara katılan candır.

Mekân, yüreğin içinde bulunduğu ortamı tanımasının, hangi mutlu öğeleri katarak ondan tat almasının ifade edilebileceği tek somutluk, tek temeldir, tek karargâhtır (base).
zamansa, asla tazelerin cıvıl sesleri değil; bir kıvılcımla tüm renklerin kamaştırıldığı, dünyanın yaşanılandan daha geniş olduğunu duyumsatan anların toplamından oluşmaktadır. yani zaman, kendi varlığını hissetmenin, gerçekten yaşadığını bilmenin bilincinden ibarettir. yani yürek, zamandır; tersi de yokluktur, zaman ölüdür.

Kentler; gerçekten de hem bizzat yaşanılandan çıkarılan, hem de yaşayanların izlenimlerinden akıp gelenleri barındıran, dünya üzerine yayıldığınca türde algılamalara matuf, birbirine benzemeyen çok etkenli yaşama alanlarıdır. Her birinin rengi bir başka, yek diğerine uymayan çeşnileri barındıran karmaşıklığa da sahiptir. Biri, coğrafyası ile ünlü, diğeri tarihi ile, bir diğeri de gelecekteki yeri ile; yani bazıları da düşlerdeki kenttir. Ülkemizdeki kentlerse, kültürümüzün güzel bir harmanı olabilir, yahut kendine özgü renkleri ile bir cümbüş!

Örneğin; İzmir, Adana, Eskişehir ve Ankara için yaşamın biçimlendirdiği semtlerin rengi, başka bir şehir ile hele İstanbul ile kıyaslanması mümkün değildir; yani Kız Kulesi’ni nasıl taşıyabilirsiniz bozkıra? Antalya ise başka bir problem çocuk; sormaya gerek yok; falezlerini kimseye vermez! Dahası Egeli yahut güneyli bir martıyı, göç ettirmek de öyle.. belki martı, yerinde ağırdır. Hangi kaleyi, diğerine “kes-yapıştır” etseniz; hiçbir şiire uymaz; yapaylaşır, yaşanmaza dönüşür. Her kentin, yaşayana veya düşleyene verdiği görüntü, orada kalır; dışındakilere de, onlardan kaçan izlenimler ulaşır sadece.

İstanbul, yedi tepesinden başlayan, tarihinden de doğasına giden güzellikleri, düş kırıklıklarını barındıran yapısı ile dizelere konu olur. Denize açık, yelkenliye binenin kaçabileceği Kaf Dağları barındırır içinde; tüm zamanlar bağlıdır sanki biri diğerine; bir elinizle tuttuğunuz burç, aynı yolları geçenlerin anılarıyla renklenir. Her köprünün altından akan sular, sanki hep oradadır!

Ankara, bir işçi/memur kenti olarak, bir iş hapishanesi olarak görülür genelde. herkesin yüzü asık, kurallara uyulan kent görüntüsünde, sanat yapılamaz mekânlarla dolu gibidir biraz. eğlence yerleri bile ağırlama giderlerine konudur. binaların kararmış kaplamaları, giderek artan dolambaçlı geçitleri arasında yitip gitmek, işten bile değildir.

Diğerleri mi? Ömrünüz yettiğince görülen, yahut ömürlerini törpületen onca canın yaşadıklarını aktaran yazıtlarla, bizim olurlar.. Ama nasıl? Onların tümünü aktarabilen dillerle; sesi olan sözlerle; söze dönüşen harflerle; öze dönüşen şiirlerle.. Onlara yüreğini koyabilenle, duygusunu içine gömenle.. Yani kent, duygular olmadan hiçbir şeydir; mekânsa zamanı olmayan bir büyük patlama! Asıl dünya, asla sınırları olarak benimseyemez bir kenti; ömrünün tümü de aynı otobüsün orta koltuğunda geçen yüreğin düşleri, başka bir gezegenin uydusu olabilir her gün.

Ankara'dayım, duyuyorum; / Kokusu ne hoş, / Sesi ne âlâ Antalya'nın.
Susturamadım kuzuların sesini, / Aşarak gelen, ta ırak köyden / Çubuk belini. …
Ah sorma! / Dere, tepe düz gittim, / Ne düz yolları kıvrık geçtim, / Ulaşmak için yanı başına.
Ne var ki sadece, / Dağlar geldi sesime..

Ankara'dayım, yine hatırladım / Ne mekan yetti, ne de zaman / Taş gibi unutmaya seni.
Bana inanmayacaklar, yemin etsem / 'Ankara'da binlercesi var' diyecekler / Biliyorum, Antalya'dasın şimdi; / -Tophane'de akşama ne kaldı!
İşte, Ankara yokuşundan / Antalya düzüne ben, / -böyle yuvarlandım..

Elbette bunlar da, başka bir bakış açısının eklentisidir. yani herkesin bir başka gözle değerlendirdiğini ifade eder kentlerle ilgili tüm paylaşımlar, belki de biraz kendi gözüyle baktığının daha doğru olduğuna da ilişkindir bunlar. Ama bunları şiirler aktarmak, daha bir öz anlatım gerektirir, daha bir deneyim.

Eğer içine duygu girecekse, yaşamın renklerini verecekse bir kent; onun için şiir yazılmalı; sözler düzülmeli ozanın diline; yaşadığı bir yerin duygularına yansıttığı da, yine daha iyisine götürmez mi insanı? Öte yandan, söylenesi yeri hiç mi yok sanki çölün; toprağına başak ekilen ılgın dağın; çorak tarlalarına ter döken efendinin?

Nice paylaşıma. Selamla.. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder