şiirlerin kullandığı imgelerin ortak bir yanını bulmak ister bazı analizci okurlar.. bazen şiirleri çözmenin bir yolu da olabilir bu.
şiirlerdeki imgeler; yaşamın ikili / diurnal / müteşabih doğasını vurgular biçimde; dahası birinin diğerinin içine girmişliğinin / giriftliğinin / sarmallığının yapışık ikizliğine dem vurur gibi durur bazen, bir yönü vurgularken, diğerini örseler, onu sorgular..
örneğin, ruh + beden; hangi âdem, böylesi bir yapıyı çözebilmiş ki? birini mekanda, diğerini de zamanda ancak görebildiğimiz karşıt yapılardır; bir araya getirilmiş, biri de diğerinden hiç ayrılamazmış; ayrılırsa da ne olacağını zaten bildiğimiz:(
sevdâyı betimlerken dokunduğumuz canlı yanlarımız; belki de sevme enerjisini taşıyan eklemlerimiz, onu kaplayan etleri ve yemekte dillendiremediğimiz onca budak yataklarımız, hele cezbedici kokusunu aldığımız yârin, amberini duyumsayan kıl köklerimiz... tümü de geçici bir hamalın, süresi belli hücresel döngülerinin elinde oyuncak değil mi?
bilâkis, canlılığın olmadığı, başka bir kokmayan, acımayan bedenin üzerine oturmak mı? hiç yaşlanmayan, pençeleri kabarmayan ve tırmalamayan bir sevgiliye sahip olmak mı? sarhoş olmayan ve ölmeyen bir sevdâ mı? hangisi daha arı, daha pak? sadece enerjiyle sevmek mi yoksa çıkış yolu; ömür bataryasında aradığımız? yahut yek diğerine sinyaller savuran devlerin aşkı mı dileğimiz?
kimbilir nerededir, böylesi bir saflıkta yaşanabilirlik? nasıl bir canlılıktır, nasıl bir varolmaktır, görünmezliktir?
bedensel hazların kaynağına da inmek gerekir miydi öte yandan? bu hâlde, iğrenilen tüm biyolojinin yerini alan başka bir olguya, enerjinin içine dalan, ilginç bir sinyale değinmemiz gerekir bu kez; doğrudan ruhuna yönlenen bir güzelliğin elinde tutsak olur beden; zelzeleyi yaşarken, tam tersine bedenden ırak olur, köklerini kopartır atar birden; beden içinde bedensizdir!
ikili fıtrat mıdır, içinde bizim karmaşık kurgumuz; yaşarken çözemeyeceğimiz bir şifre midir herşey? çözmeye çalıştıkça battığımız bir kumul mudur? akışına bıraktıkça da içinden kolayca çıktığımız burgaç mıdır, hafife aldıkça yüzeyde kaldığımız mıdır boğulmadan? boşverdikçe kotardığımız çetrefil midir tümü bunların?
bilmiyorum; pes ediyorum!
12.12.2011
Paylaşım Sitelerinde Şiir Seçkileri
seçki.. kesinlikle kişisel kriterlere bağlı olmak konumunda kalmaya mahkum bir seçim ürünü..
peki, 'kim, daha az subjektiftir? ' sorusu mu bu kez yanıtlanmalı burada.. yani, benzer yetkilerle kayıtlanmış üyelerin sitedaş (belki de rekabet eder konumdaki) varlıklarının, birbirleri için tehlikeli olmaya başladığı bir nokta mı var? onları da bu noktadan korumak için, rekabet kurulu gibi bir yapı zorunlu olur muydu?
gerçekten de, hangi ortamda olursa olsun, eğer seçiciler hariç tutulursa, seçilenler daha objektiftir. kurucu ve editör üyelerin hariç tutulması da, üye dostlara aynı mesafede olması kaydı ile şiirlerin seçiminde daha sanatsal (yani kişisel eğilimlerin işe karışamadığı) bir seçim ortamını hazırlayabilir.
diğer taraftan, sadece objektiflik kuralı çoğu kez seçimin kalitesini artırıcı etkiyi yeterince sağladığından, diğer kültürel birikim farklarının olumsuz etkide bulunmayacağı varsayılabilir. yani, şair yeni yazmaya başlamış olabilir, ama duygu vermektedir. yani, okur yeni başlamıştır ama duygu almaktadır. hülasa, yorum için bir makam sahibi olmaya gerek olmadığı anlamda.
bu nedenlerle, üyelerin genel eğiliminin seçim dışı olan editörlerle aynı çoğunluğu paylaşması haline denk düşen şiirlerin, seçki konusu olması gerekir. bu da, benzer düzeylerle davet edilmiş üyeler arasında aşırı farklı düşüncelerin olmyacağı, kurucunun saygınlığına ve üyelerin de nezaketine dayalı bir işbirliği/dayanışmanın sağlandığı yine özgür bir paylaşım ortamı verebilir bize.
bu konudaki tüm fikirlerin yazılması ve tartışılması dileği ile..
peki, 'kim, daha az subjektiftir? ' sorusu mu bu kez yanıtlanmalı burada.. yani, benzer yetkilerle kayıtlanmış üyelerin sitedaş (belki de rekabet eder konumdaki) varlıklarının, birbirleri için tehlikeli olmaya başladığı bir nokta mı var? onları da bu noktadan korumak için, rekabet kurulu gibi bir yapı zorunlu olur muydu?
gerçekten de, hangi ortamda olursa olsun, eğer seçiciler hariç tutulursa, seçilenler daha objektiftir. kurucu ve editör üyelerin hariç tutulması da, üye dostlara aynı mesafede olması kaydı ile şiirlerin seçiminde daha sanatsal (yani kişisel eğilimlerin işe karışamadığı) bir seçim ortamını hazırlayabilir.
diğer taraftan, sadece objektiflik kuralı çoğu kez seçimin kalitesini artırıcı etkiyi yeterince sağladığından, diğer kültürel birikim farklarının olumsuz etkide bulunmayacağı varsayılabilir. yani, şair yeni yazmaya başlamış olabilir, ama duygu vermektedir. yani, okur yeni başlamıştır ama duygu almaktadır. hülasa, yorum için bir makam sahibi olmaya gerek olmadığı anlamda.
bu nedenlerle, üyelerin genel eğiliminin seçim dışı olan editörlerle aynı çoğunluğu paylaşması haline denk düşen şiirlerin, seçki konusu olması gerekir. bu da, benzer düzeylerle davet edilmiş üyeler arasında aşırı farklı düşüncelerin olmyacağı, kurucunun saygınlığına ve üyelerin de nezaketine dayalı bir işbirliği/dayanışmanın sağlandığı yine özgür bir paylaşım ortamı verebilir bize.
bu konudaki tüm fikirlerin yazılması ve tartışılması dileği ile..
Divan Şiiri (… - 1928)
Divan Şiiri; başlangıcı o zamanki “batı” olan Acem İlleri ve Mezopotamya kavimleri ile olan savaş/ticaret ilişkilerinin dinî ve kültürel ürünleri olarak ortaya çıkan, Cumhuriyetin İlânı ve Dil Devrimi ile yaşanan dilden uzaklaşan bir tür olarak değerlendirilebilir.
Divan Şiiri; öncelikle zamâne şiiri olmak durumunda kalmıştır. Çünkü özellikle, Cumhuriyetin İlânı ve Dil Devrimi; Divan Edebiyatı'nın dilini, yaşayan dil olmaktan çıkarmıştır. Sadece “saray edebiyatı” olarak kalmış olan ve zaten halka inememiş bir türün, yine o eğitimi alabilen elit kesimlerin edebiyatı olarak kalması da çok doğal görünmelidir.
Divan Şiirin, yaşatmak mı? Belki de tek şartla bu mümkün olabilir; aynen yitip gitmesi istenmeyen el zanaatları gibi, körelmemesi istenen bir kültür mozaiği gibi. Ancak, halkın sorunlarına inemeyen bir dilin, halen körelmekle meşgûl bir karma dilin; hangi amaçla yaşatılmaya çalışıldığının mantığına inmek bir yana, güncelin toplumunu aydınlatacak o kadar çok malzeme ve sözcüğümüz var ki, ulus dilinin zenginliği yerine, sadece ses ahengine dayanan soyutlanmış yahut köhnemiş bir türün halka sevdirilmesi de, mümkün değildir.
Zaten, doğu dilleri veya farklı harf geometrisi nedeniyle özel eğitimler gerektiren bir tür için, edebiyat yapılması olmayacak bir iştir, eski dildeki yaşamayan yani giderek üremeyen, iletişmeyen dağarcığın sabit kalıpları içinde farklı kombinasyonlar türetmekle geçirilen zamana benzeyecektir bu durum.
Neden ulus dili? Çünkü ulus, yaşamak için birlik olmak, aynı dili kullanmak durumundadır. Karma dilin kullanıldığı imparatorluk günleri çok gerilerde kalmıştır ve farklı kavimler için ortak dil gerekmemektedir, ortak iletişmek, edebiyat yapmak ta. Bu arada, Dil / harf devriminin gerekçelerini de saymak gerekir, tümü de bazı gereklerden ortaya çıkmış olan değişimlerdir; keyfî değillerdir.
Neden Atillâ İlhan ve onun görüşleri? Gerçekten, yaşam öyküsünde belirttiği üzere, aldığı eğitim, aile çevresi bu türe uygun gelişmiştir, ondan kopamamış, ayrılmak yerine, kendisi de üretmiştir, hattâ üretilebileceğini kanıtlama çabasında olmuştur. Belki de tam tersine “Edebiyatı kaynaklarından yararlanarak, bunlardan çağdaş bir içerik”, bileşim üreterek ulus şiirini kurma çabasında olmuştur. Dolayısıyla Atillâ İlhan; bir divancı olarak yorumlanamaz.
‘(“Bir gelecek ki geçmişimizden çağdaş ve Türk”) yaklaşımı içerisinde yeni bir anlayışla ve yeni bir beğeni ile halkımızla buluşturmak mümkün olabilecektir.' Görüşü de; yeni bir beğeni getirme çabasını yansıtıyor. Aslında bu çok güç, yahut olanaksızdır; çünkü yaşamayan bir dilin bugünkü meselelere intibâkı zordur, geçmişin şiirlerinin, deyişlerinin belki yeni bir harmanı olarak sürecektir. Ses ahengini, Türkçe yerine, karma dilde aramak ne kadar getirili ise, yeni bir beğeniyi de aramak böyle olmalıdır. Ancak bu görüşü, sentez kuramına yakınsak davranan İlhan'ın bakışıyla daha doğru yorumlamak gerekirse; yeni beğeniyi oluşturmanın, neredeyse eski dilin sanatsal bir çevirisini üretip, yeni dile uyarlamak, ulusun kültürel birikimlerini, ses ahengi araçları ile birleştirmek, yani, geçmişin dil ustalıklarını, ulusun dil sanatını zenginleştirmek için kullanmıştır. Bu bağlamda, dünyadaki her sanatın, her buluşun, insanî değerler olarak dikkate alınması ve ortak kullanımı çok doğaldır, zaten ortak mirastır.
Hâlen niçin müfredattadır bu tür? Belki de yitip gitmesi istenmeyen el zanaatları gibi, körelmemesi istenen bir kültür mozaiği gibi, edebiyat tarihi açısından değerlendirilmelidir artık, gençlerin dimağında güncelin sorunlarına, sanat yoluyla çözümler aramayı; eski dilde sürdürme çabası yanlıştır. Sadece tarih olarak okutulmalı, kısa geçilmelidir; güncel şairlerin yaklaşımları; yeni akımlar değil; “Türk Şiiri” olarak sunulmalıdır. Ödül almış, ciddî dergilerde yayınlanmış şiir yazarları, şair olarak kabul görmelidir.
Dipnot: (Alıntı)
------------------------------------------------------------
Divan edebiyatı
Divan edebiyatı, Klasik Türk şiiri veya hangi isimle adlandırırsak adlandıralım önce de ifade ettiğimiz gibi bu edebiyat, ortak İslam medeniyetinin çeşitli yönlerini estetik açıdan bünyesinde toplayan bir sanat geleneğidir…
… Zira geleneği devam ettirmek için eskiyi, zamana ve zihniyete bağlı fazlalıklardan arındırmak ve en makul şekliyle yaşadığımız zamana aktarmak gerekir. Bir başka deyişle geleneği kendi çizgisinde yenilemek, bir yönüyle eskinin devamı, bir yönüyle de ondan tamamen farklı bir kültür oluşturmaya bağlıdır…
Atillâ İlhan
Şiirlerinde Divan şiirinin biçim özelliklerin¬den, imgelerinden de yararlanır. Canlı konuşma diline, argoya, halk deyimle¬rine geniş ölçüde yer vermiştir. En büyük tepkisi de Garipçiler'edir. … Bileşimlerden en önemlisi ve belki de temelde olanı "ulusal bile¬şim" olsa gerek. Attilâ İlhan ulusal bileşimi, Halk ve Divan Edebiyatı kaynaklarından yararlanarak bunlardan çağdaş bir içerik üretmek olarak tanımlıyor. "Amacım diyalektik bir bakış açısıyla geçmiş edebiyat kaynak¬larını eleştirel bir gözle ele almak, içeriklerini irdelemek, sanat tekniğine ilişkin özelliklerinden yararlanmak, böylelikle çağdaş içeriğin daha yaygın etkili olmasını sağlamaktır," diyor bir yazısında…
… Şairin dönemine uygun bir şekilde kendini görevli, bir misyona sahip his¬settiği, asıl görevinin şiir yazmak kadar, belki de ondan önce dünyayı özellikle Türkiye'yi değiştirmek oldu¬ğunu unutmamak gerekiyor. Bence, Divan Edebiyatı'na yönelmesi ve ondan da yararlanmak gerektiğini düşünmesi, Osmanlı'yı araştırmaya, ta¬rihini sorgulamaya başladığı döneme denk düşer. Attilâ İlhan'ın en önemli özelliği olan kuşkuculuğu, varolanla yetinemeyip hep ötesini aramasıdır bunun nedeni. Resmî tarihi de, top¬lumcu düşüncenin tarihini de incele¬miş, tartışmıştır ve şimdi ötesine geçmek istemektedir. Bu yaklaşımının toplumcu bakış açısı ile çeliştiğini sanmıyorum. Üstelik onun ulusallık anlayışıyla da örtüşür bu. Bu ülkenin tüm değerlerini kendinde yoğurmak, değerlendirmek isteği Divan Edebiyatı'nı bilmeyi, Osmanlı tarihini derin¬lemesine araştırmayı gerektirir. Bu kez, "klasik Türk şiirinin havasını yeni ve toplumsal içerikle bağdaştırarak verme"nin yollarını arıyordu. Ve bu çabanın "yeni ve çağdaş bir Türk şiirinin kurulmasında etkili bir yöntem"i bulmaya çalışmak olduğunu söylüyordu Tutuklunun Günlüğü'nün Meraklısı İçin Notları'nda. Ama ilk dönemler bu tarz şiirlerinde daha çok Osmanlı tarihini sorguladığını da unut¬mamak gerek. Bir yerde biçim bazı şeyleri belirtiyordu...
“Babam Divan tarzında şiir yazardı bunları okurdu, ben büyüdükten sonra o şiirleri bana okutmaya başladı. Bu yüzden çok küçük yaşlarımdan itibaren Divan şiiriyle haşır neşir olmaya başladım. Evin içinde bir Divan şiiri atmosferi vardı. Eğer bir insan aruza hakim olamazsa Tükçe şiirle etkileyici bir mısra yapamaz. Çünkü, aruzla yapılmış olan mısraların inanılmaz bir sağlamlığı vardır. Hatta gençlerle sohbetlerimde onlara, yazdığınız şiirlerde mısralar mısra değil, devrik cümleyle söylüyorsunuz, mısra oluyor. Oysa mısra apayrı bir şeydir. Mısranın ölçüsü çok kolay. Yatay olarak şiiri yazdığınız zaman, eğer metin gibi okuyabiliyorsanız mısra yoktur. Çünkü Yahya Kemal veya Ahmet Haşim'in şiirini yatay yazacak olursanız okuyamazsınız, mümkün değil. Ben aruzla şiir yazmaya başladım on yedi yaşımda, iki sene kadar aruzun nisbeten kolay yönleriyle kendime göre ustalaştım. Bu benim için çok büyük bir destek olmuştur. Tük halk şiirini antolojilerden, kitaplardan okudum. O zamanlar televizyon yok, radyo çok nadir bulunuyor, ki bırakın radyonun bulunmasını elektrik yok. Bu yüzden evde şiiri ben okurdum, çok güzel antolojilerimiz vardı. Bir taraftan halk şiirini bir taraftan Divan şiirini okuyorsun, bir taraftan koşma yazıyorsun, bir taraftan gazel yazmayı deniyorsun. Bütün bunların, serbest vezinle mısra yazmamda yararı olmuştur. O sesi kullanmana imkan veriyor. Benim 1949 yılında yazılmış şiirlerim vardır, onlarda da aruzu hissedersiniz, onlarda da hem Osmanlıca'yı hem aruzu kullanırım. Niye diye soracak olursanız çünkü, ben onlarla çok haşır neşir oldum. Ama sonra aynı şeyi Nâzım'ın yaptığını görünce çok sevindim, o zaman kendi kendime doğru yolda olduğumu anladım. Halbuki o sıralarda bizim toplumumuzda şiir ne yazık ki Cumhuriyet Halk Partisi iktidarının resmi kötü politikasına dahil olmuştu, Halk şiirini geçerli sayıp, Divan şiirini reddediyordu. Hâlbuki Marksist olarak bakarsanız böyle bir şey mümkün değil, şundan dolayı mümkün değil, çünkü Divan şiiri de Halk şiiri de aynı altyapının şiirleridir. Kaldı ki bizim halk şairlerimizin bir kısmının Divanları, Divan şairlerinin bir kısmının ise hece ile şiirleri vardır, yani kesin bir ayrım yoktur. Hatta Tekke şiirinden bile yararlanılabilir ki ben yararlanmışımdır. Özellikle Kaygusuz Abdal beni çok etkilemiştir. Onun üzerinde çok durmuşumdur. Kaygusuz Abdal'ın kafiyesiz şiirleri vardır. Tüm bunların birleşiminden ortaya bir şeyler çıktı, ama Attilâ İlhan şiiri tek sesli bir şey değildir, bu benim şiirimin seslerinden sadece biridir.”
Yazı Devriminin Gerekçeleri
Osmanlıca yazısının düzeltilmesini isteyenlerin başlıca gerekçesi, bu yazının Türkçe'nin ünlü seslerini ifade etmekte yetersiz kalmasıydı. Bu sorundan doğan imla kargaşası, yazılı basının ve resmi okul kitaplarının yaygınlaşması ile daha çok hissedildi. 1870'lerden itibaren Türkçe'nin standart bir sözlüğünü oluşturma çalışmaları da imla konusunu gündeme getirdi.
Latin Harflerini Benimseme Gerekçeleri
1. Batı kültürüne duyulan hayranlık veya Avrupa'nın üstünlüğüne olan inanç, Latin alfabesinin kazandığı prestijin temeliydi. 1850-60'lardan itibaren Türk aydın sınıfının tümü Fransızca biliyor ve bazen kendi aralarındaki yazışmalarda Fransızca kullanacak kadar bu dili benimsiyordu. Telgrafın yaygınlaşmasıyla birlikte, Türkçenin Latin alfabesiyle ve Fransız imlasına göre yazılan bir biçimi de günlük yaşamın bir parçası haline geldi. Beyoğlu, Selanik, İzmir gibi kozmopolit çevrelerde dükkân tabelaları ve ticari reklamlarda çoğu zaman bu yazı kullanılıyordu.
2. İkinci Meşrutiyet döneminde, Türk ulusal kimliğini İslamiyetten bağımsız olarak tanımlama çabaları, özellikle İttihat ve Terakki'ye yakın aydınlar arasında ağırlık kazandı. Arap yazısı İslam kültürünün ayrılmaz bir parçası sayıldığı için, bu yazının terkedilmesi aynı zamanda Türk ulusal kimliğinin laikleşmesi ve kendi özbenliğini ortaya çıkarması anlamına gelecekti.
3. 19. yüzyılın son çeyreğinde İstanbul ve Anadolu'da Rum ve Ermeni harfleriyle basılan gazete ve kitaplar önemli bir sayı tutmaya başlamıştı. Bu yayınların kazandığı popülerlik, Türkçe'nin Arap yazısından başka yazıyla da yazılabileceği düşüncesinin benimsenmesine yardımcı oldu. 1908-1911'de Latin temelli Arnavut Alfabesi'nin kabulü ve 1922'de Azerbaycan'ın Latin alfabesini kabulü Türkiye'de büyük yankı uyandırdı.
Atatürk ve Harf Reformu
Mustafa Kemal de bu konuyla 1905-1907 tarihleri arasında Suriye'deyken ilgilenmeye başladı. 1922 yılında Atatürk Halide Edip Adıvar'la yine bu konu hakkında konuşmuş ve böylesi bir değişikliğin sert önlemler gerektireceğini söylemişti.
Eylül 1922'de Hüseyin Cahit'in İstanbul basın yayın üyelerinin katıldığı bir toplantıda Atatürk'e sorduğu "neden Latin harflerini kabul etmiyoruz?" sorusuna, Atatürk "henüz zamanı değil" yanıtını vermişti. 1923'teki İzmir İktisat Kongresi'nde de aynı yolda bir öneri sunulmuş, ancak öneri kongre başkanı Kâzım Karabekir tarafından "İslam'ın bütünlüğüne zarar vereceği" gerekçesiyle reddedilmişti. Ancak tartışma basında geniş yer bulmuştu. 28 Mayıs 1928'de TBMM, 1 Haziran'dan itibaren resmi daire ve kuruluşlarda uluslararası rakamların kullanılmasına yönelik bir yasa çıkarttı. Yasaya önemli bir tepki gelmedi. Yaklaşık olarak bu yasayla aynı zamanda da harf reformu için bir komisyon kuruldu. Komisyonun tartıştığı konulardan biri eski yazıdaki kaf ve kef harflerinin yeni Türkçe alfabede q ve k harfleriyle karşılanması önerisiydi. Ancak bu öneri Atatürk tarafından reddedildi ve q harfi alfabeden çıkartıldı. Yeni alfabenin hayata geçirilmesi için 5 ila 15 senelik geçiş süreçleri öngören komisyonda bulunan Falih Rıfkı Atay'ın aktardığına göre Atatürk "bu ya üç ayda olur, ya da hiç olmaz" diyerek zaman kaybedilmemesini istedi. [10] Alfabe tamamlandıktan sonra 9 Ağustos 1928'de Atatürk alfabeyi Cumhuriyet Halk Partisi'nin Gülhane'deki galasına katılanlara tanıttı. 11 Ağustos'ta Cumhurbaşkanlığı hizmetlileri ve milletvekillerine, 15 Ağustos'ta da üniversite öğretim üyeleri ve edebiyatçılara yeni alfabe tanıtıldı. Ağustos ve Eylül aylarında da Atatürk farklı illerde yeni alfabeyi halka tanıttı. Bu sürecin sonunda komisyonun önerilerinde, kimi ekleri ana sözcüğe birleştirme amaçlı kullanılan tirenin atılması ve şapka işaretinin eklenmesi gibi düzeltmeler yapıldı. 8-25 Ekim tarihleri arasında resmi görevlilerin hepsi yeni harfleri kullanımla ilgili bir sınavdan geçirildi. Sevan Nişanyan'ın Yanlış Cumhuriyet isimli kitabında Harf Devrimi üzerine düşüncelerini istatistikî olarak anlatılmıştır.
Divan Şiiri; öncelikle zamâne şiiri olmak durumunda kalmıştır. Çünkü özellikle, Cumhuriyetin İlânı ve Dil Devrimi; Divan Edebiyatı'nın dilini, yaşayan dil olmaktan çıkarmıştır. Sadece “saray edebiyatı” olarak kalmış olan ve zaten halka inememiş bir türün, yine o eğitimi alabilen elit kesimlerin edebiyatı olarak kalması da çok doğal görünmelidir.
Divan Şiirin, yaşatmak mı? Belki de tek şartla bu mümkün olabilir; aynen yitip gitmesi istenmeyen el zanaatları gibi, körelmemesi istenen bir kültür mozaiği gibi. Ancak, halkın sorunlarına inemeyen bir dilin, halen körelmekle meşgûl bir karma dilin; hangi amaçla yaşatılmaya çalışıldığının mantığına inmek bir yana, güncelin toplumunu aydınlatacak o kadar çok malzeme ve sözcüğümüz var ki, ulus dilinin zenginliği yerine, sadece ses ahengine dayanan soyutlanmış yahut köhnemiş bir türün halka sevdirilmesi de, mümkün değildir.
Zaten, doğu dilleri veya farklı harf geometrisi nedeniyle özel eğitimler gerektiren bir tür için, edebiyat yapılması olmayacak bir iştir, eski dildeki yaşamayan yani giderek üremeyen, iletişmeyen dağarcığın sabit kalıpları içinde farklı kombinasyonlar türetmekle geçirilen zamana benzeyecektir bu durum.
Neden ulus dili? Çünkü ulus, yaşamak için birlik olmak, aynı dili kullanmak durumundadır. Karma dilin kullanıldığı imparatorluk günleri çok gerilerde kalmıştır ve farklı kavimler için ortak dil gerekmemektedir, ortak iletişmek, edebiyat yapmak ta. Bu arada, Dil / harf devriminin gerekçelerini de saymak gerekir, tümü de bazı gereklerden ortaya çıkmış olan değişimlerdir; keyfî değillerdir.
Neden Atillâ İlhan ve onun görüşleri? Gerçekten, yaşam öyküsünde belirttiği üzere, aldığı eğitim, aile çevresi bu türe uygun gelişmiştir, ondan kopamamış, ayrılmak yerine, kendisi de üretmiştir, hattâ üretilebileceğini kanıtlama çabasında olmuştur. Belki de tam tersine “Edebiyatı kaynaklarından yararlanarak, bunlardan çağdaş bir içerik”, bileşim üreterek ulus şiirini kurma çabasında olmuştur. Dolayısıyla Atillâ İlhan; bir divancı olarak yorumlanamaz.
‘(“Bir gelecek ki geçmişimizden çağdaş ve Türk”) yaklaşımı içerisinde yeni bir anlayışla ve yeni bir beğeni ile halkımızla buluşturmak mümkün olabilecektir.' Görüşü de; yeni bir beğeni getirme çabasını yansıtıyor. Aslında bu çok güç, yahut olanaksızdır; çünkü yaşamayan bir dilin bugünkü meselelere intibâkı zordur, geçmişin şiirlerinin, deyişlerinin belki yeni bir harmanı olarak sürecektir. Ses ahengini, Türkçe yerine, karma dilde aramak ne kadar getirili ise, yeni bir beğeniyi de aramak böyle olmalıdır. Ancak bu görüşü, sentez kuramına yakınsak davranan İlhan'ın bakışıyla daha doğru yorumlamak gerekirse; yeni beğeniyi oluşturmanın, neredeyse eski dilin sanatsal bir çevirisini üretip, yeni dile uyarlamak, ulusun kültürel birikimlerini, ses ahengi araçları ile birleştirmek, yani, geçmişin dil ustalıklarını, ulusun dil sanatını zenginleştirmek için kullanmıştır. Bu bağlamda, dünyadaki her sanatın, her buluşun, insanî değerler olarak dikkate alınması ve ortak kullanımı çok doğaldır, zaten ortak mirastır.
Hâlen niçin müfredattadır bu tür? Belki de yitip gitmesi istenmeyen el zanaatları gibi, körelmemesi istenen bir kültür mozaiği gibi, edebiyat tarihi açısından değerlendirilmelidir artık, gençlerin dimağında güncelin sorunlarına, sanat yoluyla çözümler aramayı; eski dilde sürdürme çabası yanlıştır. Sadece tarih olarak okutulmalı, kısa geçilmelidir; güncel şairlerin yaklaşımları; yeni akımlar değil; “Türk Şiiri” olarak sunulmalıdır. Ödül almış, ciddî dergilerde yayınlanmış şiir yazarları, şair olarak kabul görmelidir.
Dipnot: (Alıntı)
------------------------------------------------------------
Divan edebiyatı
Divan edebiyatı, Klasik Türk şiiri veya hangi isimle adlandırırsak adlandıralım önce de ifade ettiğimiz gibi bu edebiyat, ortak İslam medeniyetinin çeşitli yönlerini estetik açıdan bünyesinde toplayan bir sanat geleneğidir…
… Zira geleneği devam ettirmek için eskiyi, zamana ve zihniyete bağlı fazlalıklardan arındırmak ve en makul şekliyle yaşadığımız zamana aktarmak gerekir. Bir başka deyişle geleneği kendi çizgisinde yenilemek, bir yönüyle eskinin devamı, bir yönüyle de ondan tamamen farklı bir kültür oluşturmaya bağlıdır…
Atillâ İlhan
Şiirlerinde Divan şiirinin biçim özelliklerin¬den, imgelerinden de yararlanır. Canlı konuşma diline, argoya, halk deyimle¬rine geniş ölçüde yer vermiştir. En büyük tepkisi de Garipçiler'edir. … Bileşimlerden en önemlisi ve belki de temelde olanı "ulusal bile¬şim" olsa gerek. Attilâ İlhan ulusal bileşimi, Halk ve Divan Edebiyatı kaynaklarından yararlanarak bunlardan çağdaş bir içerik üretmek olarak tanımlıyor. "Amacım diyalektik bir bakış açısıyla geçmiş edebiyat kaynak¬larını eleştirel bir gözle ele almak, içeriklerini irdelemek, sanat tekniğine ilişkin özelliklerinden yararlanmak, böylelikle çağdaş içeriğin daha yaygın etkili olmasını sağlamaktır," diyor bir yazısında…
… Şairin dönemine uygun bir şekilde kendini görevli, bir misyona sahip his¬settiği, asıl görevinin şiir yazmak kadar, belki de ondan önce dünyayı özellikle Türkiye'yi değiştirmek oldu¬ğunu unutmamak gerekiyor. Bence, Divan Edebiyatı'na yönelmesi ve ondan da yararlanmak gerektiğini düşünmesi, Osmanlı'yı araştırmaya, ta¬rihini sorgulamaya başladığı döneme denk düşer. Attilâ İlhan'ın en önemli özelliği olan kuşkuculuğu, varolanla yetinemeyip hep ötesini aramasıdır bunun nedeni. Resmî tarihi de, top¬lumcu düşüncenin tarihini de incele¬miş, tartışmıştır ve şimdi ötesine geçmek istemektedir. Bu yaklaşımının toplumcu bakış açısı ile çeliştiğini sanmıyorum. Üstelik onun ulusallık anlayışıyla da örtüşür bu. Bu ülkenin tüm değerlerini kendinde yoğurmak, değerlendirmek isteği Divan Edebiyatı'nı bilmeyi, Osmanlı tarihini derin¬lemesine araştırmayı gerektirir. Bu kez, "klasik Türk şiirinin havasını yeni ve toplumsal içerikle bağdaştırarak verme"nin yollarını arıyordu. Ve bu çabanın "yeni ve çağdaş bir Türk şiirinin kurulmasında etkili bir yöntem"i bulmaya çalışmak olduğunu söylüyordu Tutuklunun Günlüğü'nün Meraklısı İçin Notları'nda. Ama ilk dönemler bu tarz şiirlerinde daha çok Osmanlı tarihini sorguladığını da unut¬mamak gerek. Bir yerde biçim bazı şeyleri belirtiyordu...
“Babam Divan tarzında şiir yazardı bunları okurdu, ben büyüdükten sonra o şiirleri bana okutmaya başladı. Bu yüzden çok küçük yaşlarımdan itibaren Divan şiiriyle haşır neşir olmaya başladım. Evin içinde bir Divan şiiri atmosferi vardı. Eğer bir insan aruza hakim olamazsa Tükçe şiirle etkileyici bir mısra yapamaz. Çünkü, aruzla yapılmış olan mısraların inanılmaz bir sağlamlığı vardır. Hatta gençlerle sohbetlerimde onlara, yazdığınız şiirlerde mısralar mısra değil, devrik cümleyle söylüyorsunuz, mısra oluyor. Oysa mısra apayrı bir şeydir. Mısranın ölçüsü çok kolay. Yatay olarak şiiri yazdığınız zaman, eğer metin gibi okuyabiliyorsanız mısra yoktur. Çünkü Yahya Kemal veya Ahmet Haşim'in şiirini yatay yazacak olursanız okuyamazsınız, mümkün değil. Ben aruzla şiir yazmaya başladım on yedi yaşımda, iki sene kadar aruzun nisbeten kolay yönleriyle kendime göre ustalaştım. Bu benim için çok büyük bir destek olmuştur. Tük halk şiirini antolojilerden, kitaplardan okudum. O zamanlar televizyon yok, radyo çok nadir bulunuyor, ki bırakın radyonun bulunmasını elektrik yok. Bu yüzden evde şiiri ben okurdum, çok güzel antolojilerimiz vardı. Bir taraftan halk şiirini bir taraftan Divan şiirini okuyorsun, bir taraftan koşma yazıyorsun, bir taraftan gazel yazmayı deniyorsun. Bütün bunların, serbest vezinle mısra yazmamda yararı olmuştur. O sesi kullanmana imkan veriyor. Benim 1949 yılında yazılmış şiirlerim vardır, onlarda da aruzu hissedersiniz, onlarda da hem Osmanlıca'yı hem aruzu kullanırım. Niye diye soracak olursanız çünkü, ben onlarla çok haşır neşir oldum. Ama sonra aynı şeyi Nâzım'ın yaptığını görünce çok sevindim, o zaman kendi kendime doğru yolda olduğumu anladım. Halbuki o sıralarda bizim toplumumuzda şiir ne yazık ki Cumhuriyet Halk Partisi iktidarının resmi kötü politikasına dahil olmuştu, Halk şiirini geçerli sayıp, Divan şiirini reddediyordu. Hâlbuki Marksist olarak bakarsanız böyle bir şey mümkün değil, şundan dolayı mümkün değil, çünkü Divan şiiri de Halk şiiri de aynı altyapının şiirleridir. Kaldı ki bizim halk şairlerimizin bir kısmının Divanları, Divan şairlerinin bir kısmının ise hece ile şiirleri vardır, yani kesin bir ayrım yoktur. Hatta Tekke şiirinden bile yararlanılabilir ki ben yararlanmışımdır. Özellikle Kaygusuz Abdal beni çok etkilemiştir. Onun üzerinde çok durmuşumdur. Kaygusuz Abdal'ın kafiyesiz şiirleri vardır. Tüm bunların birleşiminden ortaya bir şeyler çıktı, ama Attilâ İlhan şiiri tek sesli bir şey değildir, bu benim şiirimin seslerinden sadece biridir.”
Yazı Devriminin Gerekçeleri
Osmanlıca yazısının düzeltilmesini isteyenlerin başlıca gerekçesi, bu yazının Türkçe'nin ünlü seslerini ifade etmekte yetersiz kalmasıydı. Bu sorundan doğan imla kargaşası, yazılı basının ve resmi okul kitaplarının yaygınlaşması ile daha çok hissedildi. 1870'lerden itibaren Türkçe'nin standart bir sözlüğünü oluşturma çalışmaları da imla konusunu gündeme getirdi.
Latin Harflerini Benimseme Gerekçeleri
1. Batı kültürüne duyulan hayranlık veya Avrupa'nın üstünlüğüne olan inanç, Latin alfabesinin kazandığı prestijin temeliydi. 1850-60'lardan itibaren Türk aydın sınıfının tümü Fransızca biliyor ve bazen kendi aralarındaki yazışmalarda Fransızca kullanacak kadar bu dili benimsiyordu. Telgrafın yaygınlaşmasıyla birlikte, Türkçenin Latin alfabesiyle ve Fransız imlasına göre yazılan bir biçimi de günlük yaşamın bir parçası haline geldi. Beyoğlu, Selanik, İzmir gibi kozmopolit çevrelerde dükkân tabelaları ve ticari reklamlarda çoğu zaman bu yazı kullanılıyordu.
2. İkinci Meşrutiyet döneminde, Türk ulusal kimliğini İslamiyetten bağımsız olarak tanımlama çabaları, özellikle İttihat ve Terakki'ye yakın aydınlar arasında ağırlık kazandı. Arap yazısı İslam kültürünün ayrılmaz bir parçası sayıldığı için, bu yazının terkedilmesi aynı zamanda Türk ulusal kimliğinin laikleşmesi ve kendi özbenliğini ortaya çıkarması anlamına gelecekti.
3. 19. yüzyılın son çeyreğinde İstanbul ve Anadolu'da Rum ve Ermeni harfleriyle basılan gazete ve kitaplar önemli bir sayı tutmaya başlamıştı. Bu yayınların kazandığı popülerlik, Türkçe'nin Arap yazısından başka yazıyla da yazılabileceği düşüncesinin benimsenmesine yardımcı oldu. 1908-1911'de Latin temelli Arnavut Alfabesi'nin kabulü ve 1922'de Azerbaycan'ın Latin alfabesini kabulü Türkiye'de büyük yankı uyandırdı.
Atatürk ve Harf Reformu
Mustafa Kemal de bu konuyla 1905-1907 tarihleri arasında Suriye'deyken ilgilenmeye başladı. 1922 yılında Atatürk Halide Edip Adıvar'la yine bu konu hakkında konuşmuş ve böylesi bir değişikliğin sert önlemler gerektireceğini söylemişti.
Eylül 1922'de Hüseyin Cahit'in İstanbul basın yayın üyelerinin katıldığı bir toplantıda Atatürk'e sorduğu "neden Latin harflerini kabul etmiyoruz?" sorusuna, Atatürk "henüz zamanı değil" yanıtını vermişti. 1923'teki İzmir İktisat Kongresi'nde de aynı yolda bir öneri sunulmuş, ancak öneri kongre başkanı Kâzım Karabekir tarafından "İslam'ın bütünlüğüne zarar vereceği" gerekçesiyle reddedilmişti. Ancak tartışma basında geniş yer bulmuştu. 28 Mayıs 1928'de TBMM, 1 Haziran'dan itibaren resmi daire ve kuruluşlarda uluslararası rakamların kullanılmasına yönelik bir yasa çıkarttı. Yasaya önemli bir tepki gelmedi. Yaklaşık olarak bu yasayla aynı zamanda da harf reformu için bir komisyon kuruldu. Komisyonun tartıştığı konulardan biri eski yazıdaki kaf ve kef harflerinin yeni Türkçe alfabede q ve k harfleriyle karşılanması önerisiydi. Ancak bu öneri Atatürk tarafından reddedildi ve q harfi alfabeden çıkartıldı. Yeni alfabenin hayata geçirilmesi için 5 ila 15 senelik geçiş süreçleri öngören komisyonda bulunan Falih Rıfkı Atay'ın aktardığına göre Atatürk "bu ya üç ayda olur, ya da hiç olmaz" diyerek zaman kaybedilmemesini istedi. [10] Alfabe tamamlandıktan sonra 9 Ağustos 1928'de Atatürk alfabeyi Cumhuriyet Halk Partisi'nin Gülhane'deki galasına katılanlara tanıttı. 11 Ağustos'ta Cumhurbaşkanlığı hizmetlileri ve milletvekillerine, 15 Ağustos'ta da üniversite öğretim üyeleri ve edebiyatçılara yeni alfabe tanıtıldı. Ağustos ve Eylül aylarında da Atatürk farklı illerde yeni alfabeyi halka tanıttı. Bu sürecin sonunda komisyonun önerilerinde, kimi ekleri ana sözcüğe birleştirme amaçlı kullanılan tirenin atılması ve şapka işaretinin eklenmesi gibi düzeltmeler yapıldı. 8-25 Ekim tarihleri arasında resmi görevlilerin hepsi yeni harfleri kullanımla ilgili bir sınavdan geçirildi. Sevan Nişanyan'ın Yanlış Cumhuriyet isimli kitabında Harf Devrimi üzerine düşüncelerini istatistikî olarak anlatılmıştır.
YAŞAYAN ŞAİRLER SORUNU - ŞAİRLERLE DANS
Yaşayan şairler sorunu: keşke ölse miydik demeli; kendi kişiliğimizi hep ön plana çıkaran çatışmaları yarattığımız için ve hatta paylaşıma engel olduğu için. İşte yaşayanın kişiliğini başkalarından önce kanıtlama; yani kendi kendini takdir etme yetkisi; yani yaşayanın ölesice egosundan söz ediyoruz. Çoğu kez, aynı sitede, aynı sayfada iki dakika birlikte kalamayan, başkasının şiirine tahammül edemeyen, kendi tarzını oluştururken diğerlerininkinin, okurlarca beğenilmeyeceğini uman, sayısız egodan.
Oysa erdem, bunun tam tersiydi; toplum için birşey paylaşanın, kendini onlara adadığını gösteren kültür emisyonu; kişiliğin öznel devinimlerini nasıl benimseyebilirdi? Kaldı ki bunların çoğu, kısa sürelerde silinip giden kendini yineleyen döngüsel / kısır kişiliklerdir. Sabırsız türlerin geride bıraktıklarına sanat demek nasıl mümkün olabilirdi? Güncelliği düşen ajanda gibi antolojilerde yer almaktan öteye gidemeyenlerle dolu manşet siteleri, yapay dostluklarla kurgulanmış sırça köşklerde yaşayan söz kâtilleri ile dolu ortamlardan kanıksayan okurları saymayalım bile.
En kötüsü de, böylesi manzumları okumak zorunda kalan, yorumlaşma ve editöriyal görevlileridir ki; bunlar genelde maktûl konumundadırlar. Ama şanslıları yedi canlıdır; her yeni günde bir ölürler, sabah yeni bir heyecanla pir doğarlar; yeni bir kültür paylaşımı, kendini yenilemiş başka bir adam umarlar parlayan sayfalarda; ama manzumun başından sonuna dek aldıkları kasatura darbeleri ile bitkin düşerler.. Ancak onların enerjisi bir türlü tükenmek bilmez; her devinimlerinde, gelenekselliğin, kültürle bilinçlenmenin besleyici kanını taşırlar damarlarında; folklorun tüm figürlerini barındırırlar zamanla, deneyimlenirler; sözcüklerle dans ederler sonunda…
Asıl zor olan da, sarı kâğıtlarda uysal duran sözcükler değildir; yaşayan şairlerin şiirlerini alıp, dimağda istediğiniz gibi evirip çevirmek de… zorluk, şiiri birinci elden derhâl sahiplenip, daha meşrûlaşmadan onun telif haklarından söz etmek; çalınacağından kuşkulanmak; başkalarından önde olduğunu sanmaktır. Dahası yapay sözlerle çevrili dünyalarında, sadece beğenilere açık yorum kutularını süslemektir. Edebiyat dünyasının kodamanlarına (gönülde ırakken) fiziken yakın olmak, onlarla birkaç yerel dergide adını duyurduğunu sanmak; bir daha okunamayan manzumlar karalamak; gerekirse site açmak ve orada üyelerden oluşan müritlerden methiyeler almak; başyazar olmaktır.. Çünkü onlar, bağımsız işleyen okur dimağlarına çok yakın konumdadırlar, onlara rahat vermezler; gücenirler, kıskanırlar; gocunurlar, içlenirler, öfkelenirler, kırarlar, aşağılarlar, manzumları ile müdahâle ettikleri savaş alanına kendileri girerler; şiirin kendi kendini savunmasını beklemezler; yazarın kendileri, düşmanı yani okuru sırtından vururlar!
Bu nedenle canlı yayındaki dans, bildiğiniz vals, tango, çarliston, polka, cha cha, swing, rock'n roll, break dance, mambo, samba, mazurka, kadril, twist, oryantal, salsa, merengue,.. Türlerinden çok daha zordur. Şiirler ne kadar iyi oynarsanız oynayın; şairleri ile ayaklarınızı tutturamazsınız, farklı görüşlerinizin olmasına izin vermezler; kendilerine yakın olanların görüşü zaten aynıdır; tekerrürdür. Farklı yaklaşımların çiroz baskılarını, oldukça kıvrak figürlerle ezer geçerler; henüz gelişme çağında olduğunun bilincinde olmayanın, havada savrulduğu, tepetaklak olduğu çok sık gözlenir.
Oysa sanatta sabır, kültürün aktarımı için gereken zamanı kolayca sağlar. Belki de şair, okuru kendine alıştırmalıdır, manilerle başlayıp, açıkça taşlamalıdır, sonra kapamalıdır dizelerini düz ovalara; derinliklere daldırmalıdır giderek dimağları, okurunu zorlamalıdır içerilere doğru, engin fikirlere yol almalıdır ki; öğretilerde anlaşılmayanı çözmelidir, pratik yollar göstermelidir halka; çünkü onun doğal görevi, budur. Seçkin (donatılı) okurun beklentisi, çoğunlukla güzel bulgular arayan entelletüel devinimler bile olsa; ışığın gücünü, yakıcı veya gerçeği gösterici önderliğini, kılıcının keskin yüzünü gösterici olmasını bekleyen câhil cühelâ takımı her daim vardır; belki de bulunmak zorundadır; fıtratın çeşnisinden mütevellit. Şiar, ozan, aşık ve derviş; bunun için vardır.
Peki bu dansı, kim daha iyi bilir? Kim, diğerinden daha iyi dans edebilir? En iyi dansın özellikleri nedir, ilkeleri kim belirler? Kompetanı kimdir, divası ne der? Bilinen şairlere benzemek midir şairlik, yahut yenilerini, yeni fikirlerle geliştirmek midir? Şiirde evrimleşme var mıdır; yahut şair, edebî devrime, sözel devinime ne kadar hısımdır? Tam tersine şiir; varolan kuralları tekrar etmek midir, öncekilerin dâhiyâne söz oyunlarını taklit etmek midir emel? Pörsümüş imgeleri kullanmak mıdır; akıcılığı dar kalıplarla sınırlamak mıdır; yahut bilmeceye dönüştürülen kurgularla halktan koparılmak mıdır sanat?
Böylesine bilinmezlerin, farklı tartışma konusu değerlerin, üstünlüğüne sanat tarihinin karar verebileceği hususlarda kişiliği öne çıkarıp, şiiri değil şairini savunmak; müziğin ritmine uymayan, yerinde zıplayıp duran bir çocuğun hareketinden başka neye benzer? Böylesine bir paylaşımcı ile ne kadar sanat tartışılabilir, ne kadar iletişim kurulabilir; ne derecede bir uyumla dans edilebilir? Yaşayan şair, şiiriyle iletişim kurmalı iken; okurun kuklavari davranmasını bekler; yetkin olmayan birikimi ile her dansı becerdiğini, ama diğerlerinin onu engellediğini düşünür. Oysa yaşayan, hâlen gelişmesini tamamlamamış bir âdem olarak değerlendirilirken; kendini kemâle ermişlerin sınıfına kaydetmesini, kim kabûllenebilir? Yani yaşayan, yaradan gecinden versin; ölünceye dek birikime açık kapısını kapatmaksızın doldurmalı dimağını, iletişime dayalı paylaşımı ile daha mükemmeli aramalı; okurun gerçekten tercih edeceği şiirleri kotarmalıdır. Belki de tek şey hariç, herkes aynı kategoridedir; bu da, bilmem kaç dile çevrilen kitaplar, yüzbinlere ulaşan şiirler, toplumun diline düşen bulgulara sahip kişiler; yani yaşarken teyit edilenler.
Kaç kez düştüğümü, yerden kalkmaya çalıştıkça kaç defâ tökezlediğimi, köstekçileri saymak yerine, daha iyi dans figürleri öğrenmem gerektiğini yineliyorum her gece yastığıma koyduğum yüreğimle.
Bu dans, oldukça zor!
Oysa erdem, bunun tam tersiydi; toplum için birşey paylaşanın, kendini onlara adadığını gösteren kültür emisyonu; kişiliğin öznel devinimlerini nasıl benimseyebilirdi? Kaldı ki bunların çoğu, kısa sürelerde silinip giden kendini yineleyen döngüsel / kısır kişiliklerdir. Sabırsız türlerin geride bıraktıklarına sanat demek nasıl mümkün olabilirdi? Güncelliği düşen ajanda gibi antolojilerde yer almaktan öteye gidemeyenlerle dolu manşet siteleri, yapay dostluklarla kurgulanmış sırça köşklerde yaşayan söz kâtilleri ile dolu ortamlardan kanıksayan okurları saymayalım bile.
En kötüsü de, böylesi manzumları okumak zorunda kalan, yorumlaşma ve editöriyal görevlileridir ki; bunlar genelde maktûl konumundadırlar. Ama şanslıları yedi canlıdır; her yeni günde bir ölürler, sabah yeni bir heyecanla pir doğarlar; yeni bir kültür paylaşımı, kendini yenilemiş başka bir adam umarlar parlayan sayfalarda; ama manzumun başından sonuna dek aldıkları kasatura darbeleri ile bitkin düşerler.. Ancak onların enerjisi bir türlü tükenmek bilmez; her devinimlerinde, gelenekselliğin, kültürle bilinçlenmenin besleyici kanını taşırlar damarlarında; folklorun tüm figürlerini barındırırlar zamanla, deneyimlenirler; sözcüklerle dans ederler sonunda…
Asıl zor olan da, sarı kâğıtlarda uysal duran sözcükler değildir; yaşayan şairlerin şiirlerini alıp, dimağda istediğiniz gibi evirip çevirmek de… zorluk, şiiri birinci elden derhâl sahiplenip, daha meşrûlaşmadan onun telif haklarından söz etmek; çalınacağından kuşkulanmak; başkalarından önde olduğunu sanmaktır. Dahası yapay sözlerle çevrili dünyalarında, sadece beğenilere açık yorum kutularını süslemektir. Edebiyat dünyasının kodamanlarına (gönülde ırakken) fiziken yakın olmak, onlarla birkaç yerel dergide adını duyurduğunu sanmak; bir daha okunamayan manzumlar karalamak; gerekirse site açmak ve orada üyelerden oluşan müritlerden methiyeler almak; başyazar olmaktır.. Çünkü onlar, bağımsız işleyen okur dimağlarına çok yakın konumdadırlar, onlara rahat vermezler; gücenirler, kıskanırlar; gocunurlar, içlenirler, öfkelenirler, kırarlar, aşağılarlar, manzumları ile müdahâle ettikleri savaş alanına kendileri girerler; şiirin kendi kendini savunmasını beklemezler; yazarın kendileri, düşmanı yani okuru sırtından vururlar!
Bu nedenle canlı yayındaki dans, bildiğiniz vals, tango, çarliston, polka, cha cha, swing, rock'n roll, break dance, mambo, samba, mazurka, kadril, twist, oryantal, salsa, merengue,.. Türlerinden çok daha zordur. Şiirler ne kadar iyi oynarsanız oynayın; şairleri ile ayaklarınızı tutturamazsınız, farklı görüşlerinizin olmasına izin vermezler; kendilerine yakın olanların görüşü zaten aynıdır; tekerrürdür. Farklı yaklaşımların çiroz baskılarını, oldukça kıvrak figürlerle ezer geçerler; henüz gelişme çağında olduğunun bilincinde olmayanın, havada savrulduğu, tepetaklak olduğu çok sık gözlenir.
Oysa sanatta sabır, kültürün aktarımı için gereken zamanı kolayca sağlar. Belki de şair, okuru kendine alıştırmalıdır, manilerle başlayıp, açıkça taşlamalıdır, sonra kapamalıdır dizelerini düz ovalara; derinliklere daldırmalıdır giderek dimağları, okurunu zorlamalıdır içerilere doğru, engin fikirlere yol almalıdır ki; öğretilerde anlaşılmayanı çözmelidir, pratik yollar göstermelidir halka; çünkü onun doğal görevi, budur. Seçkin (donatılı) okurun beklentisi, çoğunlukla güzel bulgular arayan entelletüel devinimler bile olsa; ışığın gücünü, yakıcı veya gerçeği gösterici önderliğini, kılıcının keskin yüzünü gösterici olmasını bekleyen câhil cühelâ takımı her daim vardır; belki de bulunmak zorundadır; fıtratın çeşnisinden mütevellit. Şiar, ozan, aşık ve derviş; bunun için vardır.
Peki bu dansı, kim daha iyi bilir? Kim, diğerinden daha iyi dans edebilir? En iyi dansın özellikleri nedir, ilkeleri kim belirler? Kompetanı kimdir, divası ne der? Bilinen şairlere benzemek midir şairlik, yahut yenilerini, yeni fikirlerle geliştirmek midir? Şiirde evrimleşme var mıdır; yahut şair, edebî devrime, sözel devinime ne kadar hısımdır? Tam tersine şiir; varolan kuralları tekrar etmek midir, öncekilerin dâhiyâne söz oyunlarını taklit etmek midir emel? Pörsümüş imgeleri kullanmak mıdır; akıcılığı dar kalıplarla sınırlamak mıdır; yahut bilmeceye dönüştürülen kurgularla halktan koparılmak mıdır sanat?
Böylesine bilinmezlerin, farklı tartışma konusu değerlerin, üstünlüğüne sanat tarihinin karar verebileceği hususlarda kişiliği öne çıkarıp, şiiri değil şairini savunmak; müziğin ritmine uymayan, yerinde zıplayıp duran bir çocuğun hareketinden başka neye benzer? Böylesine bir paylaşımcı ile ne kadar sanat tartışılabilir, ne kadar iletişim kurulabilir; ne derecede bir uyumla dans edilebilir? Yaşayan şair, şiiriyle iletişim kurmalı iken; okurun kuklavari davranmasını bekler; yetkin olmayan birikimi ile her dansı becerdiğini, ama diğerlerinin onu engellediğini düşünür. Oysa yaşayan, hâlen gelişmesini tamamlamamış bir âdem olarak değerlendirilirken; kendini kemâle ermişlerin sınıfına kaydetmesini, kim kabûllenebilir? Yani yaşayan, yaradan gecinden versin; ölünceye dek birikime açık kapısını kapatmaksızın doldurmalı dimağını, iletişime dayalı paylaşımı ile daha mükemmeli aramalı; okurun gerçekten tercih edeceği şiirleri kotarmalıdır. Belki de tek şey hariç, herkes aynı kategoridedir; bu da, bilmem kaç dile çevrilen kitaplar, yüzbinlere ulaşan şiirler, toplumun diline düşen bulgulara sahip kişiler; yani yaşarken teyit edilenler.
Kaç kez düştüğümü, yerden kalkmaya çalıştıkça kaç defâ tökezlediğimi, köstekçileri saymak yerine, daha iyi dans figürleri öğrenmem gerektiğini yineliyorum her gece yastığıma koyduğum yüreğimle.
Bu dans, oldukça zor!
Paylaşımlarda Zaman Mazereti
Bir tartışma ortamına bir geri bildirim yaptığınız zaman, bu ‘zamanı' nasıl arayıp da bulduğunuzu sorgulayınız lütfen; o ‘zaman'ı, siz mi ayırdınız; yoksa kendi kendisini mi oraya sürükledi bu ‘zaman'?
Bir tartışmaya başlatıcı olup, onu orada öylece bırakmak yerine, paylaşımın devamını getirmek, daha ileriye götürmek çok önemlidir. Sanat adına görüşlerimizin tartışılmasını daha genişçe sağlamak adına, böylesi bir yazıyı, ‘zaman' sorununu biraz daha deşmek için kaleme aldım elbette. Aslında böylesi konuların, henüz kendi paylaşımlarımıza rast gelmezden önce tartışılması zorunlu olmasına karşın, ancak bir geri bildirimde zor durumlara düşenlerin sorunu olarak izole edilmektedir.
“Şaire geri bildirim”; gerçekten de paylaşım ve gelişim sürecinin şaşmaz bir bileşenidir. Hele bu bildirimin bir yarışmada derece dışında kalması halinde verilmesi elzemdir. Çünkü şair, yazdıklarının hep beğenileceği umudunu taşıyarak yayına, topluma sunar; yarışmaları da buna vesile veya bir çıkış noktası olarak görür.
Kişisel paylaşımlardaki “Zaman sorunu” incelenmeye değerdir; birbirimize ayıracağımız zaman; aslında kendimize ayırdığımızdır. Ancak bu ayrımın farkında olmayan birçok paylaşımcı, kapalı döngüler içinde kalan yapay dostluklar üretirler. Zamanlarını da, buna harcamak zorunda kalırlar.
Aslında zaman, her birimizin ilgilendiği öncelikli faaliyetin gerektirdiği takvim birimi olarak görülmelidir. İlgilenme kararı ise, başkalarının ürünlerinden edindiklerimiz + onlara karşılıksız verebileceklerimiz olmalıdır. Asıl ilginç olansa, insanın fıtratında olan bir ilkeye göre; karşılıklılık, geri bildirim almamız için bir gereçtir. Yani sizden herhangi bir paylaşım çabası görmeyenler; iyiliksever, verici, paylaşımcı niteliğinizi sorgular ve sizin tek zamanlı çalışan bir üreteç olduğunuzu düşünmeye başlar. Bu nedenle ilgilenme kararımızı etkileyen üçüncü bileşense; başkalarını şiirlerimize, geri bildirime zorlayıcı faaliyetlerdir; yani onlarla ilgilenmektir. Çünkü yaşayan şairlerin bir sorunu da, ölmüşlerin geri bildirim yapamamasına karşıt olarak; kişiliklerin iletişim halinde olduğu böylesi ortamlarda, bir sonraki paylaşımlarını yapacakları, trafiği zorlayan çabalara “babacan tavır” koymaktır.
Öte yandan henüz ünlü olmadan paylaştığımız her şey; rastgele okunan çalışmalardan başka bir şey olamaz. Çünkü beklenen şiirler yoktur, beklenen bir sanat düzeyi de; sadece gelişme söz konusudur; beğenildiğinde, artık geri bildirimlerin önü alınamaz; şairin şikayeti değil, onurlandırılması, daha çok yazmazı istenir büyük kitlesi tarafından. Yani şiirlerini bırakıp hiçbir eleştiri yapmadan ayrılanlar; kendi şiirlerini yazacak kadar zamanları olduğunu, diğerlerininse kendi şiirlerini sabırsızlıkla beklediğini düşünüverirler hemen; tüm dünya onları beğenmelidir! Hattâ öylesine ileri gidenlerini görebilirsiniz ki; neredeyse imlâ denetimi yapmaksızın, doğrudan aklına gelenleri sunmaya başlarlar; belki bir tür kibir sarmıştır onları, yahut sanatçılığın zirvesindedirler; yani papağanı konuştursalar; “eline, yüreğine sağlık; çok etkilendim!” yorumunu hak ediverirler. Ancak paylaşanların paylaşıcı nitelikleridir bunları yaratan; yani rastgele şiir sunan bir kişinin, diğer şiirlere yapacağı yorum da “eften püften” olacaktır elbette. çünkü şair, kendisidir; diğerleri ise zamanlarını orada değerlendiren, gücendirilmemesi gereken fânilerdir.
Küçük çapta sanat faaliyetini sürdüren sitelerde, üyeler giderek birbirini dost olarak görmeye, çember kurmaya başlar, çemberin dışında kalan ise, sayfası kırmızı listede olan bir mecnundur. Oysa gerçekte, paylaşımın kalitesini belirleyen şey; yukarıda belirtilen belirli karşılıklılık ilkesi değil; rastgele mütekâbiliyettir. Her site girişinde başka birine yapılacak şiir yorumu, giderek yaygınlaşarak, homojen bir paylaşım sağlar, kişilerin tanımadığı paylaşımcı da kalmaz aynı ortamda. Dahası, paylaşımların kalitesi artar, çünkü zorunluluktan doğan değil, 3-5 paylaşımı sanat ödevi gibi yapar; kırmaması da gerekmediğinden; eleştirisini yalın ve öz yapar.
Bir tartışmaya başlatıcı olup, onu orada öylece bırakmak yerine, paylaşımın devamını getirmek, daha ileriye götürmek çok önemlidir. Sanat adına görüşlerimizin tartışılmasını daha genişçe sağlamak adına, böylesi bir yazıyı, ‘zaman' sorununu biraz daha deşmek için kaleme aldım elbette. Aslında böylesi konuların, henüz kendi paylaşımlarımıza rast gelmezden önce tartışılması zorunlu olmasına karşın, ancak bir geri bildirimde zor durumlara düşenlerin sorunu olarak izole edilmektedir.
“Şaire geri bildirim”; gerçekten de paylaşım ve gelişim sürecinin şaşmaz bir bileşenidir. Hele bu bildirimin bir yarışmada derece dışında kalması halinde verilmesi elzemdir. Çünkü şair, yazdıklarının hep beğenileceği umudunu taşıyarak yayına, topluma sunar; yarışmaları da buna vesile veya bir çıkış noktası olarak görür.
Kişisel paylaşımlardaki “Zaman sorunu” incelenmeye değerdir; birbirimize ayıracağımız zaman; aslında kendimize ayırdığımızdır. Ancak bu ayrımın farkında olmayan birçok paylaşımcı, kapalı döngüler içinde kalan yapay dostluklar üretirler. Zamanlarını da, buna harcamak zorunda kalırlar.
Aslında zaman, her birimizin ilgilendiği öncelikli faaliyetin gerektirdiği takvim birimi olarak görülmelidir. İlgilenme kararı ise, başkalarının ürünlerinden edindiklerimiz + onlara karşılıksız verebileceklerimiz olmalıdır. Asıl ilginç olansa, insanın fıtratında olan bir ilkeye göre; karşılıklılık, geri bildirim almamız için bir gereçtir. Yani sizden herhangi bir paylaşım çabası görmeyenler; iyiliksever, verici, paylaşımcı niteliğinizi sorgular ve sizin tek zamanlı çalışan bir üreteç olduğunuzu düşünmeye başlar. Bu nedenle ilgilenme kararımızı etkileyen üçüncü bileşense; başkalarını şiirlerimize, geri bildirime zorlayıcı faaliyetlerdir; yani onlarla ilgilenmektir. Çünkü yaşayan şairlerin bir sorunu da, ölmüşlerin geri bildirim yapamamasına karşıt olarak; kişiliklerin iletişim halinde olduğu böylesi ortamlarda, bir sonraki paylaşımlarını yapacakları, trafiği zorlayan çabalara “babacan tavır” koymaktır.
Öte yandan henüz ünlü olmadan paylaştığımız her şey; rastgele okunan çalışmalardan başka bir şey olamaz. Çünkü beklenen şiirler yoktur, beklenen bir sanat düzeyi de; sadece gelişme söz konusudur; beğenildiğinde, artık geri bildirimlerin önü alınamaz; şairin şikayeti değil, onurlandırılması, daha çok yazmazı istenir büyük kitlesi tarafından. Yani şiirlerini bırakıp hiçbir eleştiri yapmadan ayrılanlar; kendi şiirlerini yazacak kadar zamanları olduğunu, diğerlerininse kendi şiirlerini sabırsızlıkla beklediğini düşünüverirler hemen; tüm dünya onları beğenmelidir! Hattâ öylesine ileri gidenlerini görebilirsiniz ki; neredeyse imlâ denetimi yapmaksızın, doğrudan aklına gelenleri sunmaya başlarlar; belki bir tür kibir sarmıştır onları, yahut sanatçılığın zirvesindedirler; yani papağanı konuştursalar; “eline, yüreğine sağlık; çok etkilendim!” yorumunu hak ediverirler. Ancak paylaşanların paylaşıcı nitelikleridir bunları yaratan; yani rastgele şiir sunan bir kişinin, diğer şiirlere yapacağı yorum da “eften püften” olacaktır elbette. çünkü şair, kendisidir; diğerleri ise zamanlarını orada değerlendiren, gücendirilmemesi gereken fânilerdir.
Küçük çapta sanat faaliyetini sürdüren sitelerde, üyeler giderek birbirini dost olarak görmeye, çember kurmaya başlar, çemberin dışında kalan ise, sayfası kırmızı listede olan bir mecnundur. Oysa gerçekte, paylaşımın kalitesini belirleyen şey; yukarıda belirtilen belirli karşılıklılık ilkesi değil; rastgele mütekâbiliyettir. Her site girişinde başka birine yapılacak şiir yorumu, giderek yaygınlaşarak, homojen bir paylaşım sağlar, kişilerin tanımadığı paylaşımcı da kalmaz aynı ortamda. Dahası, paylaşımların kalitesi artar, çünkü zorunluluktan doğan değil, 3-5 paylaşımı sanat ödevi gibi yapar; kırmaması da gerekmediğinden; eleştirisini yalın ve öz yapar.
Yorum Kirliliği
merhaba sayın okur / şair dostum..
Yoğun paylaşıma hep destek verilir ancak, şiirlerin / şairlerin bir önceki çalışmasının beğenilmesi veya namının duyulma derecesine göre şiir okuma /tıklama/ eğilimi var genelde.
Oysa dostlardan kurulu sitelerde, her bir dostun sayfasına mutlaka uğramak, bir yorum bırakmak dostluktan gelir.
Çoğu kez sitelerde, yorumkolik olmuşların, dost çemberi içinde birbirlerine monoton /kopya/ yorumlar gönderdiği düşüncesi de yabana atılır değildir.
Klişeleşmiş / kemikleşmiş yorum çemberlerini kırmak amacıyla, sanat dışı yorum enflasyonunu önlemek için site yönetimleri, şair adını şiir yanında göstermeyip gizleme çabasına girse bile; okurların çoğu, binlerce gerekçe bulur, uygulamayı eskisine çevirmek için. Sadece dostlarınınkini okuyup çıkacaklar, onlar da kendilerine mecburi dönüp, sıradan bir yorum bırakacaklardır.
Yorumlaşma tekniği izlense, okurların kısa sürede, çok sayıda yorum bıraktıkları, şiiri ne kadar okudukları, her şiiri hiç tereddütsüz nasıl anlayabildikleri, şairi ile sanatsal tartışma ortamına girmedikleri, yapıcı yaklaşıma yönelik önerilerde bulunmadıkları hemen belirlenecektir.
Bunu çözmedikçe, siteler / WEB yoluyla şiirde gelişme gözlenemez, şair kendini yineler, yaratıcı olmadan toplumun sorunlarını birbirlerine kopya etmiş olurlar. Sorunların gündeme getiriliş biçimi de monotonlaşınca, magazin haberlerine dönüşür artık toplumun dertleri.
Sitelerde, şahsen çok yorum yaptım, belki de aşırı sayıda.. Ancak karşılıklılık ilkesine göre davranmadığımdan, dost çemberine girememişimdir genelde. Sadece şiirin adından ilginç bulanlar okuyup, alçakgönüllü bir edâ ile birşey yazmak, geri bildirmek arzusu taşıyanlar gelir oldular hep buruk sayfama..
çok çok tşk.. nice paylaşıma. saygılarımla.
Yoğun paylaşıma hep destek verilir ancak, şiirlerin / şairlerin bir önceki çalışmasının beğenilmesi veya namının duyulma derecesine göre şiir okuma /tıklama/ eğilimi var genelde.
Oysa dostlardan kurulu sitelerde, her bir dostun sayfasına mutlaka uğramak, bir yorum bırakmak dostluktan gelir.
Çoğu kez sitelerde, yorumkolik olmuşların, dost çemberi içinde birbirlerine monoton /kopya/ yorumlar gönderdiği düşüncesi de yabana atılır değildir.
Klişeleşmiş / kemikleşmiş yorum çemberlerini kırmak amacıyla, sanat dışı yorum enflasyonunu önlemek için site yönetimleri, şair adını şiir yanında göstermeyip gizleme çabasına girse bile; okurların çoğu, binlerce gerekçe bulur, uygulamayı eskisine çevirmek için. Sadece dostlarınınkini okuyup çıkacaklar, onlar da kendilerine mecburi dönüp, sıradan bir yorum bırakacaklardır.
Yorumlaşma tekniği izlense, okurların kısa sürede, çok sayıda yorum bıraktıkları, şiiri ne kadar okudukları, her şiiri hiç tereddütsüz nasıl anlayabildikleri, şairi ile sanatsal tartışma ortamına girmedikleri, yapıcı yaklaşıma yönelik önerilerde bulunmadıkları hemen belirlenecektir.
Bunu çözmedikçe, siteler / WEB yoluyla şiirde gelişme gözlenemez, şair kendini yineler, yaratıcı olmadan toplumun sorunlarını birbirlerine kopya etmiş olurlar. Sorunların gündeme getiriliş biçimi de monotonlaşınca, magazin haberlerine dönüşür artık toplumun dertleri.
Sitelerde, şahsen çok yorum yaptım, belki de aşırı sayıda.. Ancak karşılıklılık ilkesine göre davranmadığımdan, dost çemberine girememişimdir genelde. Sadece şiirin adından ilginç bulanlar okuyup, alçakgönüllü bir edâ ile birşey yazmak, geri bildirmek arzusu taşıyanlar gelir oldular hep buruk sayfama..
çok çok tşk.. nice paylaşıma. saygılarımla.
Kent Şiirleri
Kentlerin bir şiiri olur mu? Kentlere, şiir yazılır mı? Kent dediğin, iki kuru bina, toza dumana boğulmuş petrolün bin bir türünün diğerine karıştığı, ömür tüketen yanıcı bileşenleri değil mi? Bu kadar robota bulanmış köşegen maddelerin içinde, bir şiire renk verecek öğeleri nereden bulabilirsiniz? Hangi imge sizi, yüreğinizi kısırlaştıran döngüden kurtaracaktır?
Kent, ne yaparsanız yapın, sizin ayrılmaz bir bileşeniniz olur; günle başlayan, geceyle sonlanan döngüsünün içine dalarak, çarkının dişlerinde canlı kalmaya çabaladığınız zamanların özeti gibidir. İster tarihî, isterse güncelin öğeleri; durduk yerde kimseye “beni yaz!” demez, hele geçim derdine düşenlerinse, eline kalem değmez.
Yine de bir şeyler olmalı demek ki; kenti yazacak, yaşadığını birilerine duyumsatacak olan sözler. Bir çoğu, gündelik yaşamın sıkıntılarını, diğerleri de kısa günün kârı olan mutlu anları, saatin iki tiktakı arası yaşanabilecek her ne varsa.. Örneğin, seyyâr satıcının kendine özgü pazarlama sesi, her gün aynı dakikada gelmesi beklenen servis minibüsü; aynı saatte gezdirilen bir fino; kır saçlı, yaşlı terzinin aynı şıklığı; anaokuluna bırakılan şen şakrak çocuk, anasından zor ayrılan bebe.. Bunların tümü de olgulardır; olup bitmektedirler, gözlenmektedir ve deneylenmektedir. Öte yandan, çoğu olayın bir döngüye girmesi ve yinelenmesi de, bizim için fasit daire oluşturan ve yaşamın anlamını zorlayan kalıcı bir tarza, babadan kalan kalıtıma dönüşebilir de.
Kapalı döngünün dışına neler veya kimler çıkabilir? Bulunduğunuz mekânı (uzamı) aşmak nedir? Kafasında başka zamanları yaşamak ya da? Tahmin edeceğimiz üzere; düşlemek! Düş gücü ile sözü edilen tüm sınırlamaların ötesine geçmek, olasıdır. Çünkü her kısırlık, üretkenliğin nasıl olabileceğini sorgulatır dimağa; düşlerde kimbilir neler üretilir, yani; “kendi orada ama, ruhu başka yerlerde!” dediğimizdir o.
Peki, “düşlemek” yeterli mi? Elbette ki, hayır! Mevcut olanın verdiği içsel ortamı ve düşlenenin vereceği duyguları eklemek gerekir tüm öğelerin canlanması için. Yaşanan ortamın verdiği harita, duyguları devreye alır; tüm binaların karaltısı, karamsarlık sunar yüreğe; koşuşanlarsa, yaşamın içindeki hoş öğelerden üstünkörü geçmeyi, anlamsızlaşmayı; tellemekse, iki dakikalık iyimserliği; bir çift elâ göz ise sevdâlı zamanların olabileceğini.. Yani kentteki ruhsuz ortamı, yürek bileşenine dönüştüren tek şey, onlara katılan candır.
Mekân, yüreğin içinde bulunduğu ortamı tanımasının, hangi mutlu öğeleri katarak ondan tat almasının ifade edilebileceği tek somutluk, tek temeldir, tek karargâhtır (base).
zamansa, asla tazelerin cıvıl sesleri değil; bir kıvılcımla tüm renklerin kamaştırıldığı, dünyanın yaşanılandan daha geniş olduğunu duyumsatan anların toplamından oluşmaktadır. yani zaman, kendi varlığını hissetmenin, gerçekten yaşadığını bilmenin bilincinden ibarettir. yani yürek, zamandır; tersi de yokluktur, zaman ölüdür.
Kentler; gerçekten de hem bizzat yaşanılandan çıkarılan, hem de yaşayanların izlenimlerinden akıp gelenleri barındıran, dünya üzerine yayıldığınca türde algılamalara matuf, birbirine benzemeyen çok etkenli yaşama alanlarıdır. Her birinin rengi bir başka, yek diğerine uymayan çeşnileri barındıran karmaşıklığa da sahiptir. Biri, coğrafyası ile ünlü, diğeri tarihi ile, bir diğeri de gelecekteki yeri ile; yani bazıları da düşlerdeki kenttir. Ülkemizdeki kentlerse, kültürümüzün güzel bir harmanı olabilir, yahut kendine özgü renkleri ile bir cümbüş!
Örneğin; İzmir, Adana, Eskişehir ve Ankara için yaşamın biçimlendirdiği semtlerin rengi, başka bir şehir ile hele İstanbul ile kıyaslanması mümkün değildir; yani Kız Kulesi’ni nasıl taşıyabilirsiniz bozkıra? Antalya ise başka bir problem çocuk; sormaya gerek yok; falezlerini kimseye vermez! Dahası Egeli yahut güneyli bir martıyı, göç ettirmek de öyle.. belki martı, yerinde ağırdır. Hangi kaleyi, diğerine “kes-yapıştır” etseniz; hiçbir şiire uymaz; yapaylaşır, yaşanmaza dönüşür. Her kentin, yaşayana veya düşleyene verdiği görüntü, orada kalır; dışındakilere de, onlardan kaçan izlenimler ulaşır sadece.
İstanbul, yedi tepesinden başlayan, tarihinden de doğasına giden güzellikleri, düş kırıklıklarını barındıran yapısı ile dizelere konu olur. Denize açık, yelkenliye binenin kaçabileceği Kaf Dağları barındırır içinde; tüm zamanlar bağlıdır sanki biri diğerine; bir elinizle tuttuğunuz burç, aynı yolları geçenlerin anılarıyla renklenir. Her köprünün altından akan sular, sanki hep oradadır!
Ankara, bir işçi/memur kenti olarak, bir iş hapishanesi olarak görülür genelde. herkesin yüzü asık, kurallara uyulan kent görüntüsünde, sanat yapılamaz mekânlarla dolu gibidir biraz. eğlence yerleri bile ağırlama giderlerine konudur. binaların kararmış kaplamaları, giderek artan dolambaçlı geçitleri arasında yitip gitmek, işten bile değildir.
Diğerleri mi? Ömrünüz yettiğince görülen, yahut ömürlerini törpületen onca canın yaşadıklarını aktaran yazıtlarla, bizim olurlar.. Ama nasıl? Onların tümünü aktarabilen dillerle; sesi olan sözlerle; söze dönüşen harflerle; öze dönüşen şiirlerle.. Onlara yüreğini koyabilenle, duygusunu içine gömenle.. Yani kent, duygular olmadan hiçbir şeydir; mekânsa zamanı olmayan bir büyük patlama! Asıl dünya, asla sınırları olarak benimseyemez bir kenti; ömrünün tümü de aynı otobüsün orta koltuğunda geçen yüreğin düşleri, başka bir gezegenin uydusu olabilir her gün.
Ankara'dayım, duyuyorum; / Kokusu ne hoş, / Sesi ne âlâ Antalya'nın.
Susturamadım kuzuların sesini, / Aşarak gelen, ta ırak köyden / Çubuk belini. …
Ah sorma! / Dere, tepe düz gittim, / Ne düz yolları kıvrık geçtim, / Ulaşmak için yanı başına.
Ne var ki sadece, / Dağlar geldi sesime..
Ankara'dayım, yine hatırladım / Ne mekan yetti, ne de zaman / Taş gibi unutmaya seni.
Bana inanmayacaklar, yemin etsem / 'Ankara'da binlercesi var' diyecekler / Biliyorum, Antalya'dasın şimdi; / -Tophane'de akşama ne kaldı!
İşte, Ankara yokuşundan / Antalya düzüne ben, / -böyle yuvarlandım..
Elbette bunlar da, başka bir bakış açısının eklentisidir. yani herkesin bir başka gözle değerlendirdiğini ifade eder kentlerle ilgili tüm paylaşımlar, belki de biraz kendi gözüyle baktığının daha doğru olduğuna da ilişkindir bunlar. Ama bunları şiirler aktarmak, daha bir öz anlatım gerektirir, daha bir deneyim.
Eğer içine duygu girecekse, yaşamın renklerini verecekse bir kent; onun için şiir yazılmalı; sözler düzülmeli ozanın diline; yaşadığı bir yerin duygularına yansıttığı da, yine daha iyisine götürmez mi insanı? Öte yandan, söylenesi yeri hiç mi yok sanki çölün; toprağına başak ekilen ılgın dağın; çorak tarlalarına ter döken efendinin?
Nice paylaşıma. Selamla..
Kent, ne yaparsanız yapın, sizin ayrılmaz bir bileşeniniz olur; günle başlayan, geceyle sonlanan döngüsünün içine dalarak, çarkının dişlerinde canlı kalmaya çabaladığınız zamanların özeti gibidir. İster tarihî, isterse güncelin öğeleri; durduk yerde kimseye “beni yaz!” demez, hele geçim derdine düşenlerinse, eline kalem değmez.
Yine de bir şeyler olmalı demek ki; kenti yazacak, yaşadığını birilerine duyumsatacak olan sözler. Bir çoğu, gündelik yaşamın sıkıntılarını, diğerleri de kısa günün kârı olan mutlu anları, saatin iki tiktakı arası yaşanabilecek her ne varsa.. Örneğin, seyyâr satıcının kendine özgü pazarlama sesi, her gün aynı dakikada gelmesi beklenen servis minibüsü; aynı saatte gezdirilen bir fino; kır saçlı, yaşlı terzinin aynı şıklığı; anaokuluna bırakılan şen şakrak çocuk, anasından zor ayrılan bebe.. Bunların tümü de olgulardır; olup bitmektedirler, gözlenmektedir ve deneylenmektedir. Öte yandan, çoğu olayın bir döngüye girmesi ve yinelenmesi de, bizim için fasit daire oluşturan ve yaşamın anlamını zorlayan kalıcı bir tarza, babadan kalan kalıtıma dönüşebilir de.
Kapalı döngünün dışına neler veya kimler çıkabilir? Bulunduğunuz mekânı (uzamı) aşmak nedir? Kafasında başka zamanları yaşamak ya da? Tahmin edeceğimiz üzere; düşlemek! Düş gücü ile sözü edilen tüm sınırlamaların ötesine geçmek, olasıdır. Çünkü her kısırlık, üretkenliğin nasıl olabileceğini sorgulatır dimağa; düşlerde kimbilir neler üretilir, yani; “kendi orada ama, ruhu başka yerlerde!” dediğimizdir o.
Peki, “düşlemek” yeterli mi? Elbette ki, hayır! Mevcut olanın verdiği içsel ortamı ve düşlenenin vereceği duyguları eklemek gerekir tüm öğelerin canlanması için. Yaşanan ortamın verdiği harita, duyguları devreye alır; tüm binaların karaltısı, karamsarlık sunar yüreğe; koşuşanlarsa, yaşamın içindeki hoş öğelerden üstünkörü geçmeyi, anlamsızlaşmayı; tellemekse, iki dakikalık iyimserliği; bir çift elâ göz ise sevdâlı zamanların olabileceğini.. Yani kentteki ruhsuz ortamı, yürek bileşenine dönüştüren tek şey, onlara katılan candır.
Mekân, yüreğin içinde bulunduğu ortamı tanımasının, hangi mutlu öğeleri katarak ondan tat almasının ifade edilebileceği tek somutluk, tek temeldir, tek karargâhtır (base).
zamansa, asla tazelerin cıvıl sesleri değil; bir kıvılcımla tüm renklerin kamaştırıldığı, dünyanın yaşanılandan daha geniş olduğunu duyumsatan anların toplamından oluşmaktadır. yani zaman, kendi varlığını hissetmenin, gerçekten yaşadığını bilmenin bilincinden ibarettir. yani yürek, zamandır; tersi de yokluktur, zaman ölüdür.
Kentler; gerçekten de hem bizzat yaşanılandan çıkarılan, hem de yaşayanların izlenimlerinden akıp gelenleri barındıran, dünya üzerine yayıldığınca türde algılamalara matuf, birbirine benzemeyen çok etkenli yaşama alanlarıdır. Her birinin rengi bir başka, yek diğerine uymayan çeşnileri barındıran karmaşıklığa da sahiptir. Biri, coğrafyası ile ünlü, diğeri tarihi ile, bir diğeri de gelecekteki yeri ile; yani bazıları da düşlerdeki kenttir. Ülkemizdeki kentlerse, kültürümüzün güzel bir harmanı olabilir, yahut kendine özgü renkleri ile bir cümbüş!
Örneğin; İzmir, Adana, Eskişehir ve Ankara için yaşamın biçimlendirdiği semtlerin rengi, başka bir şehir ile hele İstanbul ile kıyaslanması mümkün değildir; yani Kız Kulesi’ni nasıl taşıyabilirsiniz bozkıra? Antalya ise başka bir problem çocuk; sormaya gerek yok; falezlerini kimseye vermez! Dahası Egeli yahut güneyli bir martıyı, göç ettirmek de öyle.. belki martı, yerinde ağırdır. Hangi kaleyi, diğerine “kes-yapıştır” etseniz; hiçbir şiire uymaz; yapaylaşır, yaşanmaza dönüşür. Her kentin, yaşayana veya düşleyene verdiği görüntü, orada kalır; dışındakilere de, onlardan kaçan izlenimler ulaşır sadece.
İstanbul, yedi tepesinden başlayan, tarihinden de doğasına giden güzellikleri, düş kırıklıklarını barındıran yapısı ile dizelere konu olur. Denize açık, yelkenliye binenin kaçabileceği Kaf Dağları barındırır içinde; tüm zamanlar bağlıdır sanki biri diğerine; bir elinizle tuttuğunuz burç, aynı yolları geçenlerin anılarıyla renklenir. Her köprünün altından akan sular, sanki hep oradadır!
Ankara, bir işçi/memur kenti olarak, bir iş hapishanesi olarak görülür genelde. herkesin yüzü asık, kurallara uyulan kent görüntüsünde, sanat yapılamaz mekânlarla dolu gibidir biraz. eğlence yerleri bile ağırlama giderlerine konudur. binaların kararmış kaplamaları, giderek artan dolambaçlı geçitleri arasında yitip gitmek, işten bile değildir.
Diğerleri mi? Ömrünüz yettiğince görülen, yahut ömürlerini törpületen onca canın yaşadıklarını aktaran yazıtlarla, bizim olurlar.. Ama nasıl? Onların tümünü aktarabilen dillerle; sesi olan sözlerle; söze dönüşen harflerle; öze dönüşen şiirlerle.. Onlara yüreğini koyabilenle, duygusunu içine gömenle.. Yani kent, duygular olmadan hiçbir şeydir; mekânsa zamanı olmayan bir büyük patlama! Asıl dünya, asla sınırları olarak benimseyemez bir kenti; ömrünün tümü de aynı otobüsün orta koltuğunda geçen yüreğin düşleri, başka bir gezegenin uydusu olabilir her gün.
Ankara'dayım, duyuyorum; / Kokusu ne hoş, / Sesi ne âlâ Antalya'nın.
Susturamadım kuzuların sesini, / Aşarak gelen, ta ırak köyden / Çubuk belini. …
Ah sorma! / Dere, tepe düz gittim, / Ne düz yolları kıvrık geçtim, / Ulaşmak için yanı başına.
Ne var ki sadece, / Dağlar geldi sesime..
Ankara'dayım, yine hatırladım / Ne mekan yetti, ne de zaman / Taş gibi unutmaya seni.
Bana inanmayacaklar, yemin etsem / 'Ankara'da binlercesi var' diyecekler / Biliyorum, Antalya'dasın şimdi; / -Tophane'de akşama ne kaldı!
İşte, Ankara yokuşundan / Antalya düzüne ben, / -böyle yuvarlandım..
Elbette bunlar da, başka bir bakış açısının eklentisidir. yani herkesin bir başka gözle değerlendirdiğini ifade eder kentlerle ilgili tüm paylaşımlar, belki de biraz kendi gözüyle baktığının daha doğru olduğuna da ilişkindir bunlar. Ama bunları şiirler aktarmak, daha bir öz anlatım gerektirir, daha bir deneyim.
Eğer içine duygu girecekse, yaşamın renklerini verecekse bir kent; onun için şiir yazılmalı; sözler düzülmeli ozanın diline; yaşadığı bir yerin duygularına yansıttığı da, yine daha iyisine götürmez mi insanı? Öte yandan, söylenesi yeri hiç mi yok sanki çölün; toprağına başak ekilen ılgın dağın; çorak tarlalarına ter döken efendinin?
Nice paylaşıma. Selamla..
Şair Empatisi
bir şiir, eğer yazarının deneyimlerine dayanıyorsa, şairinin kendi özel anları, daha derinlere dalan imgeler yoluyla zenginleştirilerek sunulabilir. empati yeteneği ile birlikte, başkalarının duygularının da öykünülmesiyle; tek başına yaşayamayacağı birçok yaşam örneğini, yazarlık süreci içinde işler, yine kültür paylaşımına benzer olarak diğerlerinin gönüllerine açar. ancak bu anlatım zenginliği, çoğu kez yazarının yaşamışlığına yor'ulur ve yanlışlar için sorgulanır.
bir yazar, yaşamışlık derecesinde empatiye sahip olabilir; kurgulayabilir, imgeleyebilir, sonuçta somutluklara gönderme yapan betimlemelerle canlandırır kafasındaki resimleri.
aslında, kişisel olmadığı, bir kişiye de yönlendirilmediği sürece, her düşünce masum tarafta olmalıdır. ancak, yayın, toplumun değer yargılarıyla kesişen önermeler içerdiğinde, içten içe bir dirençle karşılaşır. olagelen düşünceye karşı bir devrim niteliği taşıyabilir kültürel birikimin patladığı dimağlarda bu süreç.
güzellikleri anlatırken erotizmin, namahrem çadıra girmesine izin verilmez; gözlerinden veya dudaklarından fazlasına yakınlaşan şiirlere de. bilinen öğretimizde de, bu tür yakınlaşmalar kişisel, ailevî kabul edilir ve gizliliği kırmak anlamındadır.
öte yandan özel karşılaşmaların aktarılması; açık edilmesi, kısmen anlatana haz verirken, dinleyenin de masum bir öğrenme yahut başka ikili yaşamların özel hazlarına, kendilerinden daha fazla ilgi duymalarının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. elbette ki, insan fıtratının yaşamın gizli yanlarına ilgi duymaması beklenemez.
ancak merak, demokrasinin tehlikeli silahı olan özgürlük gibi; belirli sınırlara sahip olması gereken bir haktır, gereçtir. sınırları aşılan her şeyde olduğu üzere; başkalarının özel yaşamlarının abartılmasına, yaşamdaki haz eşitliğine, kişisel duygu ve sevgi duyabilirlik yeteneğinin köreltilmesine, geri plana itilen birçok beceri gibi aşağılanmasına, sağlıklı bireylerin hasar görmesine kadar varan bir sarsıntının izlerini gösterebilir.
"Aydın Otobüsü" adlı şiirimdeki yaşam kesiti, varsayılan yaşam öyküsü; şiiri dinleyen bir dost tarafından, öyle düşündüğüm iddiasıyla, eleştiri okları kişiliğime yöneltilmişti hemen.
bu konuda karşılaştığım bir anekdotu paylaşmalıyım dedim. Şiirin bir kısmını aşağıya ekledim..
nice paylaşıma..
.............................................................
Aydın Otobüsü
--------------------------------------------------
Birileri otobüse bindi Aydın’da,
Sanırım ikisi kızkardeş,
Bildiğimiz yolcu tipi, biletleri okundu,
Valizleri de bagajdan düşmese bari,
Her biri de koltuklara sindi anında,
Beklediğimiz şekilde çekildi kapı,
Otobüs, törenle ayrıldı garajdan.
Çok geçmeden, yola daldım;
Neler oluyor anlamıyorum,
İp gibi uzanan bu yolda..
Biri hemen karım oldu zurnalı bir düğünde,
Olgundu ve mutlu bir hayattı dünyada dileği,
Genç olanı okumaya gelmişti evimize,
'Baldız bu kadar olur! ' derdiniz,
Sere serpe film çevirmeler orta yerde,
Bir görseydiniz; neler oluyordu;
Elim ayağıma dolaşıp her gece,
İşler arapsaçına dönüyordu.
...............
..........
bir yazar, yaşamışlık derecesinde empatiye sahip olabilir; kurgulayabilir, imgeleyebilir, sonuçta somutluklara gönderme yapan betimlemelerle canlandırır kafasındaki resimleri.
aslında, kişisel olmadığı, bir kişiye de yönlendirilmediği sürece, her düşünce masum tarafta olmalıdır. ancak, yayın, toplumun değer yargılarıyla kesişen önermeler içerdiğinde, içten içe bir dirençle karşılaşır. olagelen düşünceye karşı bir devrim niteliği taşıyabilir kültürel birikimin patladığı dimağlarda bu süreç.
güzellikleri anlatırken erotizmin, namahrem çadıra girmesine izin verilmez; gözlerinden veya dudaklarından fazlasına yakınlaşan şiirlere de. bilinen öğretimizde de, bu tür yakınlaşmalar kişisel, ailevî kabul edilir ve gizliliği kırmak anlamındadır.
öte yandan özel karşılaşmaların aktarılması; açık edilmesi, kısmen anlatana haz verirken, dinleyenin de masum bir öğrenme yahut başka ikili yaşamların özel hazlarına, kendilerinden daha fazla ilgi duymalarının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. elbette ki, insan fıtratının yaşamın gizli yanlarına ilgi duymaması beklenemez.
ancak merak, demokrasinin tehlikeli silahı olan özgürlük gibi; belirli sınırlara sahip olması gereken bir haktır, gereçtir. sınırları aşılan her şeyde olduğu üzere; başkalarının özel yaşamlarının abartılmasına, yaşamdaki haz eşitliğine, kişisel duygu ve sevgi duyabilirlik yeteneğinin köreltilmesine, geri plana itilen birçok beceri gibi aşağılanmasına, sağlıklı bireylerin hasar görmesine kadar varan bir sarsıntının izlerini gösterebilir.
"Aydın Otobüsü" adlı şiirimdeki yaşam kesiti, varsayılan yaşam öyküsü; şiiri dinleyen bir dost tarafından, öyle düşündüğüm iddiasıyla, eleştiri okları kişiliğime yöneltilmişti hemen.
bu konuda karşılaştığım bir anekdotu paylaşmalıyım dedim. Şiirin bir kısmını aşağıya ekledim..
nice paylaşıma..
.............................................................
Aydın Otobüsü
--------------------------------------------------
Birileri otobüse bindi Aydın’da,
Sanırım ikisi kızkardeş,
Bildiğimiz yolcu tipi, biletleri okundu,
Valizleri de bagajdan düşmese bari,
Her biri de koltuklara sindi anında,
Beklediğimiz şekilde çekildi kapı,
Otobüs, törenle ayrıldı garajdan.
Çok geçmeden, yola daldım;
Neler oluyor anlamıyorum,
İp gibi uzanan bu yolda..
Biri hemen karım oldu zurnalı bir düğünde,
Olgundu ve mutlu bir hayattı dünyada dileği,
Genç olanı okumaya gelmişti evimize,
'Baldız bu kadar olur! ' derdiniz,
Sere serpe film çevirmeler orta yerde,
Bir görseydiniz; neler oluyordu;
Elim ayağıma dolaşıp her gece,
İşler arapsaçına dönüyordu.
...............
..........
Şiirlerde Ses Ahengi Araçlarının İrdelenmesi
seçilen tema ve şiir kurgusu çok iyi olabilir bir şiirde.. bütünlük, duygu aktarımı başarılı olabilir. ancak ses ahengi konusu ise biraz karışıksa, o zaman başka. şiiri bu defa detaylı incelemek gerek:
normal olarak şiirin akışına ses ahengi vermesi beklenen uyaklar ve bunların tümünün de dizelerin sonuna yerleştirilmişliği, bazan sert sessizlerin veya geleneksel kullanımının dışına çıkılarak yürütülen deyimlerle kırılıyor.
bu açıdan, uyakların tümünün sonda yer almaması, serbest şiir biçemine ödün verildiği anlamına gelmez.
şiirin serbestisi, onun ölçüsüz olacağına ilişkindir. sadece ses ahengine kitlenmiş şiirin, 50-100 yılda bir kere çıkabileceğine olan inanç; bu tür kurguların, ancak büyük buluşların yapılmasına koşut seyrekliklerde olduğunun gözlenmesinden kaynaklanır.
bazı hecelerin gereksiz yinelenmesi, özellikle tamlama ekinin yanısıra iyelik ekinin de gelmesini şartlayan kurgularda tenini; akıcılıkta zorlama veriyor.
örneğin, '... ben'ini' sözcüğünü; '..gül ben'i', '..o ben'i' vs. gibi tek (tamlama) ekle vermek daha akıcı olabilir. böylece öbeğin diğer dizelerindeki uyak sözcüğünün uyumlu hece sayısına da eşitlenmiş olurdu.
bir yandan da, tam bir cümlenin devrik olarak kullanılmaması da, bu kez uyaklama yerine yüklemlerle şiirin kotarıldığı inancına dayalı dizelerin üretilmesidir. oysa devriklik; şiirin akıcılığına büyük katkılarda bulunan bir gizli uyak biçemidir.
örneğin; 'kuşağında pek uslu durur camgöbeği' dizesini; devrik olarak yazmasak;
'camgöbeği, kuşağında pek uslu durur'. buradan gözüktüğü üzere; birdenbire şiirsellik yitip gitti.
nice ahenkli şiirler dileği ile..
normal olarak şiirin akışına ses ahengi vermesi beklenen uyaklar ve bunların tümünün de dizelerin sonuna yerleştirilmişliği, bazan sert sessizlerin veya geleneksel kullanımının dışına çıkılarak yürütülen deyimlerle kırılıyor.
bu açıdan, uyakların tümünün sonda yer almaması, serbest şiir biçemine ödün verildiği anlamına gelmez.
şiirin serbestisi, onun ölçüsüz olacağına ilişkindir. sadece ses ahengine kitlenmiş şiirin, 50-100 yılda bir kere çıkabileceğine olan inanç; bu tür kurguların, ancak büyük buluşların yapılmasına koşut seyrekliklerde olduğunun gözlenmesinden kaynaklanır.
bazı hecelerin gereksiz yinelenmesi, özellikle tamlama ekinin yanısıra iyelik ekinin de gelmesini şartlayan kurgularda tenini; akıcılıkta zorlama veriyor.
örneğin, '... ben'ini' sözcüğünü; '..gül ben'i', '..o ben'i' vs. gibi tek (tamlama) ekle vermek daha akıcı olabilir. böylece öbeğin diğer dizelerindeki uyak sözcüğünün uyumlu hece sayısına da eşitlenmiş olurdu.
bir yandan da, tam bir cümlenin devrik olarak kullanılmaması da, bu kez uyaklama yerine yüklemlerle şiirin kotarıldığı inancına dayalı dizelerin üretilmesidir. oysa devriklik; şiirin akıcılığına büyük katkılarda bulunan bir gizli uyak biçemidir.
örneğin; 'kuşağında pek uslu durur camgöbeği' dizesini; devrik olarak yazmasak;
'camgöbeği, kuşağında pek uslu durur'. buradan gözüktüğü üzere; birdenbire şiirsellik yitip gitti.
nice ahenkli şiirler dileği ile..
YORUM ÇEMBERİ
merhaba paylaşımcı dostlar,
“Şair ve okur dostlarımızı tartışmaya yöneltici bir makaleye biçtiğiniz, böylesi bir değer için çok teşekkürler..” demiştim önceki yazımda dostlarımıza; gerçekten de yazı, seçkide görülünce dostların da ilgisine mazhar olup, karşı görüşleri veya o güne dek özeleştirilememiş veya soruşturulamamış konuları da gündeme taşımaya ve tartışmaya vesile olmaktadır.
Bu tartışma konularının daha çok okunmasını amaçladığımdan, “Yorum Kirliliği” adlı makalemin altına yazılan yorumlara yanıtlarımı konulara göre düzenleyerek, bir makale olarak sunmak zorunda kalınca "Yorum Çemberi" başlığı altında, bir savunma yazısına dönüştürmek gerekiyordu izninizle. Aslında uzun bir kritik, böylesi etkili bir irdeleme yahut öz/eleştiriye zaman alıcıdır ama şimdi, yazmalıyım; söz, savunmanındır artık:
Yorumların Niteliği
Aslında birbirinin kopyası olmayan bir yorum, sayfada var olan içeriğe bağlıdır, böylece özgündür; başkasına ait olan bir yorumsa ancak sayfayı kirletebilirdi, dostlar. Yani "Yorum Kirliliği" adlı yazımda belirttiğime benzer nice yorum vardır. Ama bazı yorumlar da sanki 'özel bir dezenfektan'la yıkanmış bir geri bildirimmiş gibidir; yani yorumdaki ilk cümle bile, bir geri bildirimin tema açısından beklenen bir karşılığıdır, şiiri irdelemek yerine, dostluk ibaresi içeren ifadelerle yetinir. Aslında bir 'İadeî ziyaret' yorumunu hiç kimsenin sevmediğini, ancak bir çemberin devamını sağladığını biliyoruz. Bunun olmaması için savaş verir zaten çoğu dost.
Etkin yorum kalitesi konusunda daha geniş geri dönüşler beklerim aslında; nasıldır, kimlerin tahlili daha iyidir? Bu konuda öne çıkanlar kimlerdir?
Geri Dönüşsüz (Yorumsuz Kalan) Sayfalar
Gerçekte, hiç geri dönüş olmayan bir sayfa hepimizin içini burkutur, bir 'eline sağlık' bile, böyle bir anda ferahlatıcı gelir. Bakış açımız sadece şairine bir duygusal/teknik paylaşım doygunluğu verme gereğinden doğmaktadır. Belki de pratikte gerçekleşmese de, çoğumuzun dileği budur.
Yorumcunun Kalitesi
Bu defaki yazıda kişisel yaklaşımlar da katıştırıldığı için, paylaşımcı cepheden kişisel soruşturmalar geldi. Kendisini yıkamadan başkalarına ders vereni kim dinler ki? Aslında bu yaklaşım, bir dinî hoca için doğru gibi gözükür; her ne kadar biri inancına, diğeri ise bilgilenmesine bağlı olduğundan (doğru bilgilenense, inancına ters düşen işler yapamayacağından). Ancak şahsen, bir edebiyat hocası olsaydım, şiir yazamadığım halde yazma tekniğinden söz edebilirdim; çünkü biri esinlenmeye, diğeri ise bilgilenmeye bağlıdır.
Yorum yazamadığım için yorum beklemekse, hiç mümkün değildir. Yorum, daha önce belirttiğim üzere, bir dost çemberi ile değil, rastgele paylaşımla yapılmalıydı; bu durumda epeyce dayandığım üzere, siteye girişlerimde sayfada asılı olan taze paylaşımlara katılım yapıyordum; diğerlerinin de farklı zamanlarda siteye girişleri dikkate alındığında, homojen bir paylaşım olacağını, yorumları gerçeklikten uzaklaştıran yapaylıklardan veya kişisellikten ırak kalınacağını bekliyordum.
Ancak bu görüş, kısa sürede kimseyi değiştiremezdi. Hiç kimse, bu paylaşım şeklinin ilk boşluğunu göze alamazdı. Böylece siteyi, paylaşımı aracı olarak gören bir gelişim platformuna dönüştüremezdi. Kalıcı bir kısır döngünün sonunda, kalıplaşan dostluklar, belirli bir raf ömrünü dolduranınsa, siteden çekip gittiği ortamlara benzerdi.
Yorumlara Geri Dönüşler
Nasıl oldu bilmem, son yorumlara yazılan yanıtlar, 'bildirim uyarısı' olarak bana dönmedi. Böylesi yorumlar için tartışma ortamının, ilgili şiirin altı olması beklenir hep. O zaman anlamı daha açık olarak gösteren bir kalem işler sayfada, açıklaması hızlı yapılır. Çünkü o şiirlerin derinliği bunu gerektirir; geniş tartışma talebi de o şiirle açılırdı giderek; şairini de onurlandırırdı çoğul katılım.
Yorumların Anlaşılırlığı
Anlaşılır yorum; dilimizin kıstaslarını aşmadığı sürece, imgeli olsa da bir anlam taşır, ama yoruma ilgi duyan olursa, bu yorum daha da açılabilir; ilk yazıldığında her okuyanın anlaması gerektiği düşünülmemiş olabilir elbette, herkesin aynı şiirden başka şeyler çıkarması gibi. Anlaşılırlık sorunu; şiir ve yazılarımda muhtemeldir. bu konudaki tek tepkim, anlaşılırlığa yol alma hıncının güçlenmesidir. Bir dost çemberine anlaşılır yorumla girmek, daha mümkündür belki.
Güne Düşen Şiirlere Yorumsuzluk
Güne düşen şiirler; zaten ödüllendirilmiştir, onu seçenler heyecanla bir kez daha kutlama yorumu yazabilirler. şahsen, kendimin güne düşen herhangi şiirine de gitmişliğim bulunmamaktadır. Gün şiiri olanı, bir kez daha ziyaret etmek mümkün iken, onun için başka bir sayfa açılması ne kadar gereklidir, bilmiyorum; tartışılabilir. Yani bu, bir allerji değil, dublikasyon veya tekerrür olabilir.
Genel Yorumsuzluk / Yorum Azlığı
Yorumsuzluk konusuna değinmek gerekiyordu aslında; elbette ki bu da başka bir olay; ama çemberin dışında kalan ve sadece kendisine değer biçenler de yok değil.
Kendi adıma, siteye girişimde birkaç taze şiire yazıyordum. Taze çünkü; hem girdiğim an itibariyle canlı paylaşıma izin veriyordu, hem de öncekilerse, yorumunu almış oluyordu; ciddi yorumcular içinse, rastgelelikten kaynaklanan bir anlık erdemli paylaşıma cevaz veriyordu. bir yandan çember içi paylaşımcıların zaten kadrolu yorumcuları vardı.
Herkesi yoruma zorlamanın olanaksızlığını da iletmişlerdi şahsıma, kaç keredir kritiklerimde. Gerçekten de, kurucuların böylesi bir zorlamayı, oldukça farklı tekniklerle denedikleri malumdur; çoğu da başarısız olmaktadır, çünkü kendi dar çemberini, dahası egosunu aşamayan, kendi yazdığı hariç şiir olmadığını düşünen, kendi şiirlerinin kritik edilmesine alışamayan, kritikçiyi de aşağılayabilen ne çok şair (!) vardır!
Yapay Çember
Sayfanın yalnız kalışı, yazarını bir burukluğa sürükler hep. Bunun nedeni, sadece şiirlerin kötü olmasındansa; şiircinin içini rahatlatan bir olayla karşı karşıyayızdır; değilse, adına karşı bir alerjinin doğduğu kuşkusu güçleniverir. Belki de burukluk, yapaylığın doğasında vardır; kırılamayan bir çember, geçici dostluk veya kişisellik, şiirin karşısında bir engeldir; gerçek yorumların karşısında bir duvardır.
Ama öte yandan 'yapay çember' derken de, içinde yer almadığınız bir çemberin buruk tadı haiz olduğunu söylemekse, mümkün değildir. İçinde yer alıp da, yapay yorumlar aldığınızı düşünmek bile, şiirlerinizin yeterli irdelenmediği bir ortamı kabullenmek olurdu aslında.
Kısır döngülerle ömrünü sürdüren bir çembere girme dileği değildir aslında amacımız. Yani mümkün olabilseydi, eşdüzeyli bir paylaşımın geçerli olduğu bir dost çemberi kurmaktır yahut böyle bir yaklaşımı benimseyenleri çekmek, odağını değiştirmektir. yani belki de muhafazakâr değildir.
Altın Çemberin Geometrik Noktaları
Oysa çoğu sitede birkaç dost vardır ki, kendileri ritmik gelip gelinmediğine bakmaksızın, özgün yorumlarını bırakır. Kendilerine, allerjiniz olmadığı gibi; kendilerinin şiirlerini beğenmek zorunda olmadığınızı bilirsiniz. Onların, sizin hissettiğiniz gibi, doğru yazmanızı da beklediklerine de eminim ayrıca. Şahsen kendilerine yazmamsa, siteye girdiğim ana rastlayan şiirlerinedir genelde. Yani favori seçip şiirlere gelmeleri hariç, kimsenin peryodik bir yorumcu olması hiç de uygun değildir.
‘Dost çemberi’; yaratılması zorunlu olmayan ama başvurulan bir gelenekselliktir. aynı doğrultuda düşündüğünüzü algıladım efendim. doğrusu da hayıflanmamaktır elbette, ancak yazımın kurgusu; şiirlerin burukluğunu vurgulayıp, görüş paylaşımını pekiştirmekti.
İmge Pazarı
İmge; elbette ki düş gücü veren herşeydir, anlaşılmaz olmamalıdır.
Okunma Sayısı
Elbette ki önemli olandır, okuyanın mükerrer açışını simgeler; sayısı da denetim dışıdır. farklı kişilerin okumadığını 'hit' sayısından algılamaktayız; üyelerin çoğunun tıklaması dileğini taşırız hep.
Yorumlarda Kısaltma
Yazının içeriğinden daha fazla rahatsız etmeyeceğini sandığım bir işti kısaltılmış ‘chat’ ifadeleri; biraz da deyimleşmiş gibidir onlar; temaya odaklanmaya zorlar okurunu. Aslında daha çok, yazıyı açıklamaya çabalayan cümlelere zaman harcamak adınaydı kısaltma çabalarımız.
Seçki Dışı Kalma Korkusu
Seçilip seçilmeme işlemi; kalitesi yüksek şiirin kaç kez okunacağına, herkes tarafından aynı değeri göreceğine ilişkin düşünceler, şiir sanatının güçlü olmayan kıstaslarıdır. Çoğu kez de subjektif değerlendirmelere açıktır seçki kriterleri. Elbette ki bunlar, sanatla uğraşanı meşgûl edemezdi.
Yorum Hacmi
yorum hacmi; söylenebildiği, kalemin dönebildiği kadarıyla anlatmaya çabalayan bir yüreği, sert sözlerle uyarmanız, kişiliğine yönelik eleştirileri de katmanız, sanata ilişkin kaygılarımızı elbette ki azaltamazdı. yorum hacminden vakit bolluğuna bağlantı yapmanız da, ilginç sonuçlar çıkardığınızı, şiirden uzaklaşıldığını gösteriyor. şiirinde, yorumunun sanatsal içeriğindeki bazı noksanlıklar yerine, kişinin fıtratında eksiklikler aramak, naif paylaşım nezaketimizi bozamaz, değil mi?
Yazı ve Yorum Zamanlaması
Zamanlama, kişiye bağlı işlerdir elbette; oranları da dimağın elverdiği bir zihin açıklığı ile ancak mümkündür, bilirsiniz. kişisel izler barındıran bir yoruma karşı yapılan yanıtlar da, elbette ki 'millete cevap yetiştirmek'e indirgenemezdi.
Paylaşımda Yaş ve Saygı
Şairin yaşı, profilinde görülür, bazılarında hiçbir bilgi yer almaz; ancak yorumlaşmadaki gelenekselliğimiz uyarınca 'paylaşım dileği' ve 'selam' gönderilir bu gibi dostlara. Saygı öğesi de, insanî veya sanatına duyulandan ileri gelir aslında; bu sanat içinde yaş sorunu hiç olmamıştı bugüne dek, umarım yaşla ilgili bir yanlış yapmamışımdır.
Bit Pazarı Konuları
Böylesi bir çeşni içinde, doğru yolu bulmanın zorluğu ve özeleştirinin de güçlüğünden dolayı, taşlı yollarda ilerlediğimizi biliyoruz. Umarım, şahsım dahil, tartışarak şairlik yolunda nice adımlar atarız; şahsım olmasa da, dostlar sağolsun, kazansın dilerim.
Öz/eleştiriye açığım; kendimi öncelikle kırar, yerde parçalarım; birilerine, bir gruba çamur atmaktansa. Kişisel kısıtlamalarım olabileceğine ilişkin sorular geldiğin için, kişinin kendini anlatmasının, objektifliğine ikna etmesinin zorluğunu bir kez daha görmek nasip oldu; üstelik, paylaşım yaklaşımları konusunda doktrin mücadelesine girdiğim dostlarımla.
Burada, paylaşım tekniğindeki tüm alt konuları da ilintili olduğu için tartışma kapsamına aldık. Aynen şairin kişiliğinin şiirlerine yansıması gibi; paylaşımın da tüm ayrıntılarının, doğru bir gelişmenin bileşenleri olduğunu düşündüğümüzden.
………………
Çok teşekkürler geri dönüşünüze, düşündürdünüz; sevindirdiniz. Düşünmeye katkıda bulunan, iletişimi güçlendiren yönüne dikkat çeken, paylaşım erdeminize saygılarımı gönderiyorum. Nicelerine, saygı ve selamla.
“Şair ve okur dostlarımızı tartışmaya yöneltici bir makaleye biçtiğiniz, böylesi bir değer için çok teşekkürler..” demiştim önceki yazımda dostlarımıza; gerçekten de yazı, seçkide görülünce dostların da ilgisine mazhar olup, karşı görüşleri veya o güne dek özeleştirilememiş veya soruşturulamamış konuları da gündeme taşımaya ve tartışmaya vesile olmaktadır.
Bu tartışma konularının daha çok okunmasını amaçladığımdan, “Yorum Kirliliği” adlı makalemin altına yazılan yorumlara yanıtlarımı konulara göre düzenleyerek, bir makale olarak sunmak zorunda kalınca "Yorum Çemberi" başlığı altında, bir savunma yazısına dönüştürmek gerekiyordu izninizle. Aslında uzun bir kritik, böylesi etkili bir irdeleme yahut öz/eleştiriye zaman alıcıdır ama şimdi, yazmalıyım; söz, savunmanındır artık:
Yorumların Niteliği
Aslında birbirinin kopyası olmayan bir yorum, sayfada var olan içeriğe bağlıdır, böylece özgündür; başkasına ait olan bir yorumsa ancak sayfayı kirletebilirdi, dostlar. Yani "Yorum Kirliliği" adlı yazımda belirttiğime benzer nice yorum vardır. Ama bazı yorumlar da sanki 'özel bir dezenfektan'la yıkanmış bir geri bildirimmiş gibidir; yani yorumdaki ilk cümle bile, bir geri bildirimin tema açısından beklenen bir karşılığıdır, şiiri irdelemek yerine, dostluk ibaresi içeren ifadelerle yetinir. Aslında bir 'İadeî ziyaret' yorumunu hiç kimsenin sevmediğini, ancak bir çemberin devamını sağladığını biliyoruz. Bunun olmaması için savaş verir zaten çoğu dost.
Etkin yorum kalitesi konusunda daha geniş geri dönüşler beklerim aslında; nasıldır, kimlerin tahlili daha iyidir? Bu konuda öne çıkanlar kimlerdir?
Geri Dönüşsüz (Yorumsuz Kalan) Sayfalar
Gerçekte, hiç geri dönüş olmayan bir sayfa hepimizin içini burkutur, bir 'eline sağlık' bile, böyle bir anda ferahlatıcı gelir. Bakış açımız sadece şairine bir duygusal/teknik paylaşım doygunluğu verme gereğinden doğmaktadır. Belki de pratikte gerçekleşmese de, çoğumuzun dileği budur.
Yorumcunun Kalitesi
Bu defaki yazıda kişisel yaklaşımlar da katıştırıldığı için, paylaşımcı cepheden kişisel soruşturmalar geldi. Kendisini yıkamadan başkalarına ders vereni kim dinler ki? Aslında bu yaklaşım, bir dinî hoca için doğru gibi gözükür; her ne kadar biri inancına, diğeri ise bilgilenmesine bağlı olduğundan (doğru bilgilenense, inancına ters düşen işler yapamayacağından). Ancak şahsen, bir edebiyat hocası olsaydım, şiir yazamadığım halde yazma tekniğinden söz edebilirdim; çünkü biri esinlenmeye, diğeri ise bilgilenmeye bağlıdır.
Yorum yazamadığım için yorum beklemekse, hiç mümkün değildir. Yorum, daha önce belirttiğim üzere, bir dost çemberi ile değil, rastgele paylaşımla yapılmalıydı; bu durumda epeyce dayandığım üzere, siteye girişlerimde sayfada asılı olan taze paylaşımlara katılım yapıyordum; diğerlerinin de farklı zamanlarda siteye girişleri dikkate alındığında, homojen bir paylaşım olacağını, yorumları gerçeklikten uzaklaştıran yapaylıklardan veya kişisellikten ırak kalınacağını bekliyordum.
Ancak bu görüş, kısa sürede kimseyi değiştiremezdi. Hiç kimse, bu paylaşım şeklinin ilk boşluğunu göze alamazdı. Böylece siteyi, paylaşımı aracı olarak gören bir gelişim platformuna dönüştüremezdi. Kalıcı bir kısır döngünün sonunda, kalıplaşan dostluklar, belirli bir raf ömrünü dolduranınsa, siteden çekip gittiği ortamlara benzerdi.
Yorumlara Geri Dönüşler
Nasıl oldu bilmem, son yorumlara yazılan yanıtlar, 'bildirim uyarısı' olarak bana dönmedi. Böylesi yorumlar için tartışma ortamının, ilgili şiirin altı olması beklenir hep. O zaman anlamı daha açık olarak gösteren bir kalem işler sayfada, açıklaması hızlı yapılır. Çünkü o şiirlerin derinliği bunu gerektirir; geniş tartışma talebi de o şiirle açılırdı giderek; şairini de onurlandırırdı çoğul katılım.
Yorumların Anlaşılırlığı
Anlaşılır yorum; dilimizin kıstaslarını aşmadığı sürece, imgeli olsa da bir anlam taşır, ama yoruma ilgi duyan olursa, bu yorum daha da açılabilir; ilk yazıldığında her okuyanın anlaması gerektiği düşünülmemiş olabilir elbette, herkesin aynı şiirden başka şeyler çıkarması gibi. Anlaşılırlık sorunu; şiir ve yazılarımda muhtemeldir. bu konudaki tek tepkim, anlaşılırlığa yol alma hıncının güçlenmesidir. Bir dost çemberine anlaşılır yorumla girmek, daha mümkündür belki.
Güne Düşen Şiirlere Yorumsuzluk
Güne düşen şiirler; zaten ödüllendirilmiştir, onu seçenler heyecanla bir kez daha kutlama yorumu yazabilirler. şahsen, kendimin güne düşen herhangi şiirine de gitmişliğim bulunmamaktadır. Gün şiiri olanı, bir kez daha ziyaret etmek mümkün iken, onun için başka bir sayfa açılması ne kadar gereklidir, bilmiyorum; tartışılabilir. Yani bu, bir allerji değil, dublikasyon veya tekerrür olabilir.
Genel Yorumsuzluk / Yorum Azlığı
Yorumsuzluk konusuna değinmek gerekiyordu aslında; elbette ki bu da başka bir olay; ama çemberin dışında kalan ve sadece kendisine değer biçenler de yok değil.
Kendi adıma, siteye girişimde birkaç taze şiire yazıyordum. Taze çünkü; hem girdiğim an itibariyle canlı paylaşıma izin veriyordu, hem de öncekilerse, yorumunu almış oluyordu; ciddi yorumcular içinse, rastgelelikten kaynaklanan bir anlık erdemli paylaşıma cevaz veriyordu. bir yandan çember içi paylaşımcıların zaten kadrolu yorumcuları vardı.
Herkesi yoruma zorlamanın olanaksızlığını da iletmişlerdi şahsıma, kaç keredir kritiklerimde. Gerçekten de, kurucuların böylesi bir zorlamayı, oldukça farklı tekniklerle denedikleri malumdur; çoğu da başarısız olmaktadır, çünkü kendi dar çemberini, dahası egosunu aşamayan, kendi yazdığı hariç şiir olmadığını düşünen, kendi şiirlerinin kritik edilmesine alışamayan, kritikçiyi de aşağılayabilen ne çok şair (!) vardır!
Yapay Çember
Sayfanın yalnız kalışı, yazarını bir burukluğa sürükler hep. Bunun nedeni, sadece şiirlerin kötü olmasındansa; şiircinin içini rahatlatan bir olayla karşı karşıyayızdır; değilse, adına karşı bir alerjinin doğduğu kuşkusu güçleniverir. Belki de burukluk, yapaylığın doğasında vardır; kırılamayan bir çember, geçici dostluk veya kişisellik, şiirin karşısında bir engeldir; gerçek yorumların karşısında bir duvardır.
Ama öte yandan 'yapay çember' derken de, içinde yer almadığınız bir çemberin buruk tadı haiz olduğunu söylemekse, mümkün değildir. İçinde yer alıp da, yapay yorumlar aldığınızı düşünmek bile, şiirlerinizin yeterli irdelenmediği bir ortamı kabullenmek olurdu aslında.
Kısır döngülerle ömrünü sürdüren bir çembere girme dileği değildir aslında amacımız. Yani mümkün olabilseydi, eşdüzeyli bir paylaşımın geçerli olduğu bir dost çemberi kurmaktır yahut böyle bir yaklaşımı benimseyenleri çekmek, odağını değiştirmektir. yani belki de muhafazakâr değildir.
Altın Çemberin Geometrik Noktaları
Oysa çoğu sitede birkaç dost vardır ki, kendileri ritmik gelip gelinmediğine bakmaksızın, özgün yorumlarını bırakır. Kendilerine, allerjiniz olmadığı gibi; kendilerinin şiirlerini beğenmek zorunda olmadığınızı bilirsiniz. Onların, sizin hissettiğiniz gibi, doğru yazmanızı da beklediklerine de eminim ayrıca. Şahsen kendilerine yazmamsa, siteye girdiğim ana rastlayan şiirlerinedir genelde. Yani favori seçip şiirlere gelmeleri hariç, kimsenin peryodik bir yorumcu olması hiç de uygun değildir.
‘Dost çemberi’; yaratılması zorunlu olmayan ama başvurulan bir gelenekselliktir. aynı doğrultuda düşündüğünüzü algıladım efendim. doğrusu da hayıflanmamaktır elbette, ancak yazımın kurgusu; şiirlerin burukluğunu vurgulayıp, görüş paylaşımını pekiştirmekti.
İmge Pazarı
İmge; elbette ki düş gücü veren herşeydir, anlaşılmaz olmamalıdır.
Okunma Sayısı
Elbette ki önemli olandır, okuyanın mükerrer açışını simgeler; sayısı da denetim dışıdır. farklı kişilerin okumadığını 'hit' sayısından algılamaktayız; üyelerin çoğunun tıklaması dileğini taşırız hep.
Yorumlarda Kısaltma
Yazının içeriğinden daha fazla rahatsız etmeyeceğini sandığım bir işti kısaltılmış ‘chat’ ifadeleri; biraz da deyimleşmiş gibidir onlar; temaya odaklanmaya zorlar okurunu. Aslında daha çok, yazıyı açıklamaya çabalayan cümlelere zaman harcamak adınaydı kısaltma çabalarımız.
Seçki Dışı Kalma Korkusu
Seçilip seçilmeme işlemi; kalitesi yüksek şiirin kaç kez okunacağına, herkes tarafından aynı değeri göreceğine ilişkin düşünceler, şiir sanatının güçlü olmayan kıstaslarıdır. Çoğu kez de subjektif değerlendirmelere açıktır seçki kriterleri. Elbette ki bunlar, sanatla uğraşanı meşgûl edemezdi.
Yorum Hacmi
yorum hacmi; söylenebildiği, kalemin dönebildiği kadarıyla anlatmaya çabalayan bir yüreği, sert sözlerle uyarmanız, kişiliğine yönelik eleştirileri de katmanız, sanata ilişkin kaygılarımızı elbette ki azaltamazdı. yorum hacminden vakit bolluğuna bağlantı yapmanız da, ilginç sonuçlar çıkardığınızı, şiirden uzaklaşıldığını gösteriyor. şiirinde, yorumunun sanatsal içeriğindeki bazı noksanlıklar yerine, kişinin fıtratında eksiklikler aramak, naif paylaşım nezaketimizi bozamaz, değil mi?
Yazı ve Yorum Zamanlaması
Zamanlama, kişiye bağlı işlerdir elbette; oranları da dimağın elverdiği bir zihin açıklığı ile ancak mümkündür, bilirsiniz. kişisel izler barındıran bir yoruma karşı yapılan yanıtlar da, elbette ki 'millete cevap yetiştirmek'e indirgenemezdi.
Paylaşımda Yaş ve Saygı
Şairin yaşı, profilinde görülür, bazılarında hiçbir bilgi yer almaz; ancak yorumlaşmadaki gelenekselliğimiz uyarınca 'paylaşım dileği' ve 'selam' gönderilir bu gibi dostlara. Saygı öğesi de, insanî veya sanatına duyulandan ileri gelir aslında; bu sanat içinde yaş sorunu hiç olmamıştı bugüne dek, umarım yaşla ilgili bir yanlış yapmamışımdır.
Bit Pazarı Konuları
Böylesi bir çeşni içinde, doğru yolu bulmanın zorluğu ve özeleştirinin de güçlüğünden dolayı, taşlı yollarda ilerlediğimizi biliyoruz. Umarım, şahsım dahil, tartışarak şairlik yolunda nice adımlar atarız; şahsım olmasa da, dostlar sağolsun, kazansın dilerim.
Öz/eleştiriye açığım; kendimi öncelikle kırar, yerde parçalarım; birilerine, bir gruba çamur atmaktansa. Kişisel kısıtlamalarım olabileceğine ilişkin sorular geldiğin için, kişinin kendini anlatmasının, objektifliğine ikna etmesinin zorluğunu bir kez daha görmek nasip oldu; üstelik, paylaşım yaklaşımları konusunda doktrin mücadelesine girdiğim dostlarımla.
Burada, paylaşım tekniğindeki tüm alt konuları da ilintili olduğu için tartışma kapsamına aldık. Aynen şairin kişiliğinin şiirlerine yansıması gibi; paylaşımın da tüm ayrıntılarının, doğru bir gelişmenin bileşenleri olduğunu düşündüğümüzden.
………………
Çok teşekkürler geri dönüşünüze, düşündürdünüz; sevindirdiniz. Düşünmeye katkıda bulunan, iletişimi güçlendiren yönüne dikkat çeken, paylaşım erdeminize saygılarımı gönderiyorum. Nicelerine, saygı ve selamla.
Şiir Yarışmalarında Kıstas Meselesi
Birçok yarışma katılımcısının da değindiği üzere, yarışmalarda şiir seçim kıstasları belirtilmelidir. Bu, sadece yenilgiyi sindiremeyenlere karşı değil, ayrıca kendini geliştirmek ve güncel şairliğin tanımı ve anlaşılmak kaygısını taşıyan tüm başlayıcılara karşı da zorunludur.
Ayrıca, birinci olmanın koşulunun belirtilmesi halinde, birinciliğin kıstasının ne olması gerektiği hakkında bir yorum da yapılabilir.
Birçok güzel şiir varken bunların beğenilmemesi, jürinin elit bir beğenisinin olduğu, teşvik etme amacını aştığı, sanat için sanat anlamına doğru yol aldığı yargısına varılmasına yol açabilir. Bu da yarışmacıyı veya hevezli arkadaşları soğutabilir şiirden, veya denemelerinden.
Diğer taraftan, konusu şartnamesinde belirtilmiş bir yarışmada, binlerce katılımcıdan herhangi birinin konuya değinmiş olması beklenmelidir. Binlerce kişinin konu dışında yazmış olmasını beklemek mümkün değildir. Hatta her katılımcının emeğine saygı açısından, birebir inceleme/irdelemeyi yansıtır biçimde, şiirin değerlendirilerek şaire geri bildirim yapılması da bir ödev olmalıdır.
Beğenilmeyen şiirlerdeki noksanlıklar veya çarpıklıkların da belirtilmesinde yarar vardır.. Aksi halde bilimsel bir edebiyattan söz edilmesi mümkün olmayacak, nesnel değil, yani subjektif değerlendirmelerle çoğunluğun çabaları sınıflandırılmış olacaktır.
Diğer taraftan acemi şairlerin de hiç olmazsa bu çabalarından dolayı, yanlışlarından dönüşleri ve gelişim süreçlerine katkıda bulunuş niteliği de yarışmaların yararlı bir özelliği olarak görülmeli ve değerlendirilmelidir.
Katılımcıların şiir sanatına bakışını da etkileyebileceğinden, jüri seçimlerinin, yarışma düzenlemelerinin, şartname kıstaslarının, daha bilimsel biçimde (akademik boyutta) kurgulanması zorunludur.
Saygılarımla.
Ayrıca, birinci olmanın koşulunun belirtilmesi halinde, birinciliğin kıstasının ne olması gerektiği hakkında bir yorum da yapılabilir.
Birçok güzel şiir varken bunların beğenilmemesi, jürinin elit bir beğenisinin olduğu, teşvik etme amacını aştığı, sanat için sanat anlamına doğru yol aldığı yargısına varılmasına yol açabilir. Bu da yarışmacıyı veya hevezli arkadaşları soğutabilir şiirden, veya denemelerinden.
Diğer taraftan, konusu şartnamesinde belirtilmiş bir yarışmada, binlerce katılımcıdan herhangi birinin konuya değinmiş olması beklenmelidir. Binlerce kişinin konu dışında yazmış olmasını beklemek mümkün değildir. Hatta her katılımcının emeğine saygı açısından, birebir inceleme/irdelemeyi yansıtır biçimde, şiirin değerlendirilerek şaire geri bildirim yapılması da bir ödev olmalıdır.
Beğenilmeyen şiirlerdeki noksanlıklar veya çarpıklıkların da belirtilmesinde yarar vardır.. Aksi halde bilimsel bir edebiyattan söz edilmesi mümkün olmayacak, nesnel değil, yani subjektif değerlendirmelerle çoğunluğun çabaları sınıflandırılmış olacaktır.
Diğer taraftan acemi şairlerin de hiç olmazsa bu çabalarından dolayı, yanlışlarından dönüşleri ve gelişim süreçlerine katkıda bulunuş niteliği de yarışmaların yararlı bir özelliği olarak görülmeli ve değerlendirilmelidir.
Katılımcıların şiir sanatına bakışını da etkileyebileceğinden, jüri seçimlerinin, yarışma düzenlemelerinin, şartname kıstaslarının, daha bilimsel biçimde (akademik boyutta) kurgulanması zorunludur.
Saygılarımla.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)